.

.
.

15 Nisan 2018 Pazar

Bilgi Teorisi ve Mantık - Prof. Ernst von Aster (Yavuz Özler, 15 Nisan 2018) - Özet (devam)


Prof. Ernst von Aster’in 1972 de dilimize Macit Gökberk tarafından çevrilen Bilgi Teorisi ve Mantık isimli kitabından, ALGI başlıklı bölümünün özeti (devam).


ALGI, HATIRLAMA, BEKLENTİ ve HAYALGÜCÜ TASAVVURU.

Bir ses duyuyor veya bir nesne görüyorum. Sonra ses ve nesneyi , duymadan ve görmeden ‘’hatırlayabilirim’’. Hatırlama, algılanmışın geri gelmesi değildir, ama yine de bir karar verebilirim.

Bir fotoğraf sorulsa, hatırlama imgesi (görüntü) ile karşılaştırıp karar verebilirim. Hatırlamada algıladığım nesneyi hatırlayabilirim ama hatırlamada nesne hatırlanmaz, nesneden edindiğim ‘’imge‘’nin üç özelliği vardır, orijinali kopya olarak yansıtır – orijinaline benzer –  orijinalle imge birbirine sadece benzer ancak biri diğerinin imgesi değildir.

İmgenin özelliğinde, belirli bir görev ve belirli bir erek ( gaye ) saklıdır. Hatırlama imgesi algılanmış bir orijinalin kendisi değildir, ama ona benzer. Hatırlama hem şimdiki hem de geçmişteki bir şey için bilgidir. Hatırlama olmasaydı geçmişe ilişkin hiç bir şey bilemezdik.  Tıpkı  renk  adlarının körler ve renk körleri için hiç bir anlamı olmadığı gibi. Böyle olsaydı sadece şimdiki zamanda yaşamış olurduk, ama bizde şimdiki zaman bilinci de, yani geçmişten ayrılan ya da arkasında bir geçmiş bulunan bir şimdiki zaman bilinci olamazdı. Hatırlama olmasaydı geçmişe ilişkin hiç bir şey bilemezdik.

Hatırlama, açıklanabilir mi? Yani başka bir olguya geri götürülebilir mi? Hayır. Geçmişe ilişkin bu bilinç, artık açıklanamayan nihai bir olgu diye kabul etmemiz gerekir çünkü her ‘’açıklama‘’ bir şekilde geçmişi, geçmişle ilgili bir bilgiyi kabul eder. Genellikle ‘’bir şeyin‘’ var olması, bir bilincin, nesnelere ilişkin bir bilginin olmasıdır. 

Hatırlamada karşımızda iki şey bulunur. Şimdiki hatırlama imgesi ve bu imge ile beliren geçmişteki nesne. Burada bir işaret, bir temsilci, bir sembol  vardır. Hatırlama geçmişin bir sembolüdür. Bir şeyin başka bir şeyin işareti ya da sembolü olarak bilincimizde iş görebilmesi, bilincimizin önemli ve köklü bir olgusudur.

Sembol, yapma ve doğal olmak üzere iki türlüdür. Yapma sembol, bir nesnenin temsilcisi olarak bir sözcük ve dil işaretidir. Yapma sembolün gösterdiği nesne ile hiç bir benzerliği yoktur, nesneyi yansıtmaz, betimlemez, onu sadece temsil eder.

Hatırlama imgesi, irademizin de bir ürünü olmayıp, bilinçten ayrılmaz bir niteliktir. Ayrıca hatırlama, hatırlanan nesneyi  yalnız temsil etmekle kalmaz, onu hem betimler hem de yansıtır.

Bilgi teorisinden çok psikoloji ile ilgili iki düşünceye de değinelim, Bellek ürünü olarak bilinçli hatırlamanın yanında, şimdiki bilincimize etki eden alıştırma ve öğrenmedir. Bütün belirli eylemler-yürüme, konuşma, bisiklete binme gibi. Öğrenirken tekrar, alıştırma yaparız. Burada bilinçli hatırlama gerekmez. Çocuğun annesini tanıması bilinçli değildir, yetişkinler, bildikleri nesneleri tanır. Tanıma, belleğin önemli bir işlevi olup bilinçli hatırlamadan daha geniştir.
           
Hatırlamanın yanında, hayal gücü ‘’imgeleme‘’ ile sadece geçmiş değil geleceğe ait tasavvurlar elde ederiz. Daha geniş bir alan da ise beklentilerimiz olur. Geçmiş bilinci, hatırlama ile, beklenti olgusunun  ise  gelecek kavramı ve bilgi teorisi bakımından özel anlamı vardır.
          
Algı ‘’doğru ya da yanlış‘’ olmaz, bir algı sadece vardır, suda kırık görünen çubuk gibi algı ancak yanıltabilir, doğruluk, bilgimizin nesnesi ile uygunluğudur. Fenomenal ve real nesneler arasında mukayese yapamam, hatırlatma sadece geçmişin imgesini verir. Yargı doğru ise beklentiler, belirli hareketlerde bulununca neleri  algılayacağı konusunda fikir verirler. Geçmiş olanı, hatırlayarak inceleyebiliyoruz ancak hatırlamanın doğruluğunu dolaylı olarak araştırabiliriz. 

Olayda tanığın vereceği cevabın, beklediğim gibi olup olmadığına bakarım. Beklenen gerçekten beklediğim gibi olursa, beklentim çıkar, beklenti, nesnesine uygun olur ya da doğru olur. Demek ki, beklentiler doğru ya da yanlış olabilirler. Dikkat edersek görürüz ki, bir yargıyı deneyin yardımıyla doğruluğu bakımından incelerken, her defasında, birtakım beklentilerin, peşin ifadelerin doğruluğunu incelemekten başka bir şey yapmıyoruz.  Hayatımız beklentilerle doludur, eylemlerimizle beklentiler hep birlikte giderler. Günlük hayatta hemen, hemen  hiç  bilince çıkmayan, her türlü ereğe yönelmiş birçok eylemimiz belirli beklentilere dayanır. Bunlar ancak bizi göze çarpacak ölçüde hayal kırıklığına uğratırlarsa, bilince çıkarlar. Farklı yol, alışılmışın dışında sonuç verdiğinde yanıldığımı görürüm.
        
Son on yıllarda Amerika’da değer kazanan, zamanla her eylemin hizmetinde bulunmaktan, hayat için yararlı olma savından başka bir şey olmayan pragmatizmin görüşü paradokstur. Doktorun hastasına, hayatı için yararlı olduğu için söylediği yalan doğru mu olacaktır. Teşhisin doğru/yanlış ve ne olduğunun önemi yoktur.  Ama  yine de pragmatizmin bu iddiasında doğru olan ‘’doğru bilgiden’’ belirli eylemlerde doğru çıkmaları gereken birtakım peşin ifadeler -beklentiler- türer.  Eylemler, beklenen ereğe ulaştırıyorsa, başarı var ise şimdilik bilgi doğru ve yararlıdır. Ancak bu yararlı oluş, hayat için yararlı olmak anlamına gelmeyip, belirli amaçlar için yararlılıktır. Belirli, çok belirli amaçlara yönelmiş eylemleri gerçekleştirmek bakımından olan bir yararlılıktır. 

Doğruluk, hayata yararlı olmak değil, bilginin nesnesine uygunluğudur. Yabancı bilincin varlığını kanıtlayabilmek için analoji ye başvurmak zorunlu değildir. Çocuk annesinin  gülümseyişini, sevinç ile doğrudan doğruya etkiyen bir içgüdü ile karşılar. Çevremdeki insanları bilinçsiz, otomatlar, makineler olarak görürsem ben, biricik duyan, düşünen, isteyen yaratık, biricik bilinçli varlık olurum. Bu görüşe solipsizm denir (Solus = yalnız, ipse = ben kendim).

Başka bir deyişle yabancı bilinçlerin varlığını da, kendi geçmişimizi  ne deney ile ne de mantıksal düşünceler ile kanıtlayabiliriz. Yabancı bilinç hep ‘’sen ‘’olarak kendi bilincimizden, ‘’ ben ‘’ den ayrı,  bir uçurum olarak kalır. Yabancı bir bilinci kabul edişimizin de doğruluğunu, ancak dolaylı olarak denetleyebiliriz, ama bu dolaylı denetleme her zaman bir beklentileri denetlemeye varır. Hatırlamam geçmişi bana doğru olarak mı anlatıyor? Doğru olarak anlatıyorsa, o zaman bu geçmişin belirli izlerini şimdide bulacağımı bekleyebilmem gerekir, o zamanı başkalarının da bu geçmişi aynı biçimde hatırlamalarını beklemeliyimdir.

Yapılan bu dolaylı denetim, yabancı bir bilinci kabul etmeyi ya da bir geçmişi genellikle kanıtlayamaz, çürütemez, ancak ayrıntılarda eleştirebilir. Ama genellikle bir sinir sistemi ya da beyni olan bütün yaratıklara da bir bilinç vermeye kalkışırsak, yine çok ileri gitmiş oluruz.

Hatırlamanın real  bir geçmişle, hayal gücünün gerçekle, algı dünyasının real bir dış dünya ile ilişkileri konusunda da, algılanan cisimlerin canlandırılmasına benzeyen bir durum vardır; yani insan önce her hatırlamanın doğru olduğuna, hatırlamanın real bir geçmişi gerçekte olduğu gibi yansıttığına inanır. Ancak, insanın kendi hatırlamalarında ve kendininkilerle başkalarınınkiler arasında uygunsuzluklar, çelişkiler bulunduğunu sezmesi, onu yavaş yavaş eleştirmeye ve bir hatırlamanın yanlış olabileceğini hesaba katmaya götürmüştür.

Cansız ve ruhsuz cisimlerin olduğu düşüncesi, başlangıçta hayat ile ruh bir sayılıyordu, sonraki bir buluştur. Bu nesnelere yüklenmiş olan iç hayatın daraltılmasında, analoji yoluyla yapılan sonuç çıkarma da bir rol oynamıştır. Descartes yalnız insanlar için bir bilinç hayatını kabul edip, hayvanları birer otomat saymıştır.

İnsan, iç hayat yükleme, başlangıçta hayal gücünün bütün ürünlerinin de birer gerçekliği olduğu, bunlara herhangi bir yer ve zamanda, algı dünyasında da rastlayabileceği kanısındadır. Onun için ejderhaları, insan vücutlu ve hayvan başlı tanrıları, at ve arslan gibi algılanabilecek gerçek varlıklar saymıştır. Hayal gücümüzün bir ürünü sayılması, eleştirinin sonraki bir sonucudur. Bundan sonra gelişme, her yanda, dolaysız olarak dış dünyaya bağlı olan algıları, algılayan öznenin  dış dünyaya olan durumuna ya da algının öznede bulunan koşullarına bağlı olan algılardan gittikçe daha çok ayırmak doğrultusunda olmuştur.

Korktuğumuz her şeyin belirli bir niteliği, korkunç olmak niteliği vardır ve bize sevinç veren her şey de sevimlidir. Bu gibi sözcükler başlangıçta nesnelerin gerçek niteliklerini dile getiriyordu. Nesnelere bu nitelikleri yükleriz ve bizim korktuğumuzdan başkalarının da korkacağına inanırız. Ancak, giderek bu duyguların meydana gelmesinin nesneye olduğu kadar özneye ve onun yapısına, durumuna da bağlıdır. Böylece korkunç sözcüğü bir nitelik olmaktan çıkıp, korkanın nesneye yüklediği salt bir sözcük olmuştur.


Bu, ilkece, Kopernikus' un, gözlemlediğimiz gezegenlerin yörüngelerini sübjektif koşullara bağlı olarak göreceğimizi öğreten adımının aynıdır. Ya da yeni fiziğin, renklerin, seslerin, sıcaklık ile soğukluk izlenimlerinin algı organına ve bunun çeşitli yaratıklarda başka, başka  olan yapısına bağlı olduğunu göstermesi, bunun üzerine renkleri, sıcaklık ile soğukluğu nesnelerin real nitelikleri olmaktan çıkarması da bu çeşitten bir adımdır, başka bir örnek, Newton'un tartılan yere bağlı olan ve onunla değişen ağırlık yerine değişmez kütle ve ağırlık ile düşme hızlarının bileşkesini nesnelerin tek real niteliği olarak kabul etmesi gibi, Gerçeklik Bilinci’nin gelişmesi, her yanda, gerçek olduğu varsayılanın daraltılması biçiminde olmuştur.

Yavuz Özler (15 Nisan 2018)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder