.

.
.

26 Mart 2019 Salı

PARALEL DÜNYALAR - MICHIO KAKU, ODTÜ YAYINCILIK


PARALEL DÜNYALAR – MICHIO KAKU

(Siz değerli okuyucularım için Michio Kaku’nun kitabından hazırladığım özetin bir kısmını sunuyorum)

Doç.Dr.Çetin ERTEK

Kozmolojideki ilk devrim 1600’lerde teleskopun ortaya çıkışı ile müjdelenmişti. İkinci devrim ise 2.5 metrelik dev bir aynaya sahip olan ve Mount Wilson gözlemevinde bulunan teleskop gibi 20. yüzyılın büyük teleskoplarının ortaya çıkışı ile başlamıştı. Edwin Hubble 1920’lerde bu devasa teleskopu kullanarak gökyüzündeki galaksilerin muazzam bir hızla dünyadan uzaklaştığını, bir diğer deyişle evrenin genişliğini göstererek, yüzyılların dogmasını alaşağı etmiştir. Einstein’ın uzay-zaman yapısının düz ve doğrusal olmaktansa dinamik ve eğri olduğunu iddia ettiği genel görelilik kuramının sonuçlarını doğrulamıştır. Bu da evrenin “Büyük Patlama” adı verilen yıldızları ve galaksileri hızla uzayda dışarıya doğru fırlatan kıyamet gibi bir patlama sonucu meydana geldiği şeklindeki, evrenin kökenine ilişkin ilk makul açıklamayı sunmuştur. George Gamow ve arkadaşlarının Büyük Patlama Kuramı ve Fred Hoyle’un elementlerin kökeni üzerine çığır açan çalışmaları evrenin evriminin çatısını kurmaya başlamıştır.

Henüz beş yaşında olan üçüncü bir devrim de halen yolda. Buna da uzaydaki uydular, lazerler, kütleçekimi dalga algılayıcıları, x-ışınlı teleskoplar ve yüksek hızlı süper bilgisayarlar gibi birtakım yeni, son teknoloji ürünü araçlar öncülük etmektedir.
Gökbilimciler artık evrenin kontrolden çıkmış bir biçimde genişlediğinin, sınırsızca hızlandığının ve soğudukça soğuduğunun farkında. Bu böyle giderse evrenin karanlığa ve soğuğa gömüldüğünü, tüm zeki yaşamın sona erdiği “büyük donma” olasılığı ile karşı karşıyayız.

Bu kitap, işte bu üçüncü büyük devrim hakkında; kamuoyuna daha yüksek boyutların yeni kavramlarını ve süper sicim kuramını tanıtmaya yardımcı olan fiziğe ilişkin önceki kitapların Einstein’dan Ötesi ve Hiperuzay ile farklılıklar taşıyor. “Paralel Dünyalar” da uzay-zaman yerine dünyanın laboratuarlarından ve uzayın erişebildiği en uzak mesafelerden edinilen yeni kanıtlara dayanarak kozmolojide son birkaç yıl içinde gözler önüne serilen devrimsel gelişmelere ve kuramsal fizikteki atılımlara odaklanıyorum.

Kitabın birinci bölümünde evrene ilişkin çalışmalara odaklanıyorum; kozmolojinin erken evrelerinde gerçekleşen gelişmeleri özetleyip, büyük patlama hakkında bize bugüne kadarki en gelişmiş formülasyonu sunan “şişme” adlı kurama ulaşıyorum. İkinci bölümde, bizimkinin içlerinden yalnızca biri olduğu birkaç evrenden meydana gelen bir dünya olan gelişmekteki çoklu evren kuramına özel olarak odaklanıyorum ve solucan delikleri, uzay ve zaman sıçramalarının olasılıkları ile daha yüksek boyutların bunları nasıl ilişkilendirebileceğini tartışıyorum. Süpersicim kuramı ile M-kuramı, evrenimizin belki de pek çoklarından yalnızca birtanesi olduğuna ilişkin ek kanıt sunarak bize Einstein’ın özgün kuramını aşan ilk büyük aşamayı getirmiş kuramlardır.
Son olarak üçüncü bölümde büyük donma kuramını ve bilim insanlarının evrenin sonunu nasıl gördüklerini tartışıyorum. Ayrıca gelişmiş bir uygarlığın uzak gelecekteki fizik yasalarını bundan trilyonlarca yıl sonra nasıl da kendi evrenimizi bırakmak ve yeniden doğum süreci için daha misafirperver olan, bir başka evrene gitmek amacıyla ya da evrenin daha sıcak olduğu zamanlara geri dönmek için kullanabileceği hakkında varsayımsal da olsa ciddi bir tartışma yürütüyorum.

Gökyüzünü inceleyebilen uzay uyduları, kütleçekimi dalga detektörleri ve yapımı bitmek üzere olan şehir büyüklüğündeki atom parçalayıcılar ve parçacık hızlandırıcılar gibi yeni araçlar sayesinde fizikçiler girmekte olduğumuz çağın belki de kozmolojinin altın çağı olduğunu hissediyorlar. Sözün özü, kökenimizi ve evrenin kaderini anlamak için çıkılan bu arayışta bir fizikçi ve bir gezgin olmak için mükemmel bir zaman.
WMAP Uydusu: İnanılmaz bir dönüm noktası. Önde gelen kozmologlardan David Wilkinson’dan adını alan ve uzaya 2001 yılında fırlatılmış olan WMAP (Wilkinson Microwave Anisotropy Probe), bilim insanlarına erken evrenin yaklaşık 380 bin yaşındaki halinin eşsiz ayrıntılarını içeren bir resmini sundu. Yıldızları ve gök adaları yaratan özgün ateş topundan geriye kalan muazzam enerji, milyarlarca yıldır evrenimizin çevresinde dolaşıyor. Bugün bu nihayet WMAP uydusu aracılığı ile en hassas biçimde kayda alındı ve daha önce görülmemiş bir harita Time dergisinde “yaradılışın yankısı” olarak anıldı. Büyük patlamanın kendisi tarafından yaratılmış olan mikrodalga ışınımını nefes kesici ayrıntıları ile gösteren bir gökyüzü fotoğrafı ortaya kondu. Princeton İleri Araştırmalar Enstitüsü’nden John Bahcall, WMAP uydusu bulgularının “kozmoloji için bilimin varsayımından kesinliğe geçtiği bir geçit törenini” temsil ettiğini ifade etmiştir. Evren kaç yaşındadır? Onu meydana getiren nedir? Evrenin kaderi ne olacaktır? Işık sonlu bir hızda hareket ettiğinden dolayı, geceleri gördüğümüz ışıklar bugün bulundukları değil, bir zamanlar oldukları halde görünürler. Işık için aydan dünyaya erişmek bir saniyeden biraz fazla zaman aldığına göre, aya baktığımızda bir saniye önceki biçimiyle görmüş oluruz. Işığın güneşten dünyaya seyahati sekiz dakika sürer. Yıldızların çoğu dünyadan 10 ile 100 ışık yılı uzaktadırlar. Işığın bir yılda gittiği mesafe 9.5 trilyon kilometredir. Bazı galaksilerden gelen ışık yüzlerce milyon ya da milyar ışık yılı uzaklıktadır. Dünyadan 13 milyar ışık yılı mesafede müthiş güç üreten kuasar gökada motorları vardır. Dünyadan 1.5 milyon km ötede bulunan WMAP uydusu, tüm gökyüzünün kesintisiz bir okumasını yapabilir. WMAP verileri, evrenin 13.7 milyar yıl önce gerçekleşmiş ateşli bir patlamadan meydana geldiğini ortaya koyar.

Şişen evren modeli her ne kadar WMAP uydusunun verileri ile tutarlı olsa da şişmeye neyin neden olduğu sorusunu henüz yanıtlamaz. Evreni şişiren bu karşıt kütleçekimi kuvvetini ne tetiklemiştir? Çevremizde gördüğümüz evrenin oluşmasında elliden fazla iddia vardır. Bu hususta bir birlik sağlanmış değildir. Kimse şişmenin nasıl başladığını bilmediğinden aynı mekanizmanın yine işlemesi ve şişme patlamalarının tekrar tekrar gerçekleşmesi her zaman olası. Stanford Üniversitesi’ndern Rus fizikçi Andrei Linde, evrenin bir bölümünün aniden şişmesine her nasıl bir mekanizma neden olmuşsa, onun hala işbaşında olduğu ve belki de evrenin başka uzak bölgelerinin de gelişigüzel şişmesine neden olduğu fikrini ileri sürer. Bu kurama göre, evrenin ufak bir parçası aniden şişebilir ve “tomurcuk” bir “kız çocuğu” ya da “bebek” evren açarken sonsuza kadar sürecek bu tomurcuklanma süreci karşılığında bu da bir başka bebek evren tomurcuklandırabilir. Havaya sabun baloncukları üflediğinizi hayal edin. Yeterince sert üflersek kimi baloncukların ikiye ayrıldığını ve yeni baloncuklar ürettiğini görürüz. Aynı şekilde evrenler de durmadan yeni evrenler doğuruyor olabilir. Bu senaryoda büyük patlamalar da sürekli gerçekleşmektedir. WMAP yalnızca erken evrene ilişkin en hatasız görüntüyü vermekle kalmaz, evrenimizin nasıl öleceği hakkında da en ayrıntılı resmi sunar. Gökadalar son hızla bizden uzaklaşırken evrenin de aslında ivmelendiğini fark ediyoruz. Maddenin %73’ünü meydana getiren aynı karanlık enerji ve evrendeki enerji, gökadaları sürekli artan hızlarda birbirinden uzaklaştırarak evrenin genişlemesini hızlandırıyor. Uzay Teleskopu Enstitüsü’nden Adam Riess “Evren kırmızı ışığa yaklaştığında yavaşlayan ve ardından yeşil ışık yandığı an gaza basan bir sürücü gibi davranıyor” diyor.

Gelişmiş, zeki bir uygarlığın toplam bilgi içeriğini moleküler düzeye indirmek ve bunu diğer tarafında kendisini biraraya getireceği bir geçitten göndermek. Bu sayede bütün uygarlık, tohumunu boyutsal bir kapıdan geçirebilir ve tüm görkemiyle kendini yeniden kurabilir.

1066’da Halley kuyruklu yıldızı İngiltere üzerinden geçtiğinde, hücum eden muzaffer durumdaki Fatih William’ın birlikleri karşısında çarçabuk yenilgiye uğrayan Kral Harold’ın Sakson askerleri dehşete düşmüş, modern İngiltere’nin oluşumuna ortam hazırlamıştı. Aynı kuruklu yıldız yine tüm Avrupa’ya korku ve dehşet salarak 1682 yılında bir kez daha İngiltere üzerinden geçti. Görünen o ki köylülerden krallara herkes, gökyüzünü süpüren bu beklenmedik gök ziyaretçisinden büyülenmişti. Kuruklu yıldız nereden geliyordu? Nereye gidiyordu ve ne anlama geliyordu? Varlıklı ve amatör gökbilimci olan Edmund Halley, kuyruklu yıldızdan o kadar etkilenmişti ki dönemin en önemli bilim insanlarından Isaac Newton’a danıştı. Newton ona sakince kuyruklu yıldızın ters kare kuvvet yasası (yani, kuyruklu yıldız üzerine etki eden kuvvetin kuyruklu yıldızın güneşten uzaklığının karesi ile ters orantılı olarak azalması) sonucunda bir elips içerisinde hareket ettiğini söyledi. Newton kendi icat ettiği, bugün de tüm dünyada gökbilimciler tarafından kullanılan aynalı teleskop ile onu izlediğini ekleyerek yolunun, kendisinin 20 yıl önce geliştirdiği kütle çekim yasasına uyduğunu ifade etti. Halley akıl almaz şekilde şoka girmişti; “Bunu nereden biliyorsunuz?” diye sordu. Newton ise “Neden ki, hesapladım” diye yanıtlamıştı. Bunun karşısında etkilenen Halley, Newton’un (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) adlı kitabının sponsoru oldu. Kitap 1687 yılında yayınlandı. (Ben, Halley kuyruklu yıldızını arkadaşlarla beraber Viyana’da  30 Mart 1977  yılında çıplak gözle seyrettim.) Halley 1531, 1607 ve 1682 yıllarındaki kuyruklu yıldızların kesinlikle aynı kuyruklu yıldız olduğunu buldu. (Elips ise birkez daha Londra üzerinden geçme ihtimalini hesap ederek) Modern İngiltere’nin temeli sayılan 1066 yılındaki kuyruklu yıldız, yazılı tarih boyunca Julius Caesar’ın da aralarında olduğu birçok insan tarafından görülmüştü. Halley kuyruklu yıldızın kendisi ve Newton öldükten çok sonrasına denk düşecek olan 1758’de geri döneceğini öngörmüştü. Kuyruklu yıldız gerçekten de tam zamanında, o yılki gününde geri döndüğünde Halley kuruklu yıldızı adını aldı.

Gözlerimiz yalnızca görülebilen ışığı değil, bir şekilde mikro dalga ışınımlarını da görebiliyor olsaydı geceleyin gökyüzünün doğrudan büyük patlamanın kendisinden yayılan ışınını da görebilirdik. Bir bakıma büyük patlamanın ışınımı her gece ortaya çıkar. Mikro dalgaları görebilen gözlere sahip olsaydık, en uzak yıldızın ötesinde başlangıcın kendisinin yattığını görebilirdik. Einstein karamsar bir şekilde “Çok uzun yıllardır tek bir mutlu an geçirmemiş olan zavallı ailemin üzerindeki talihsizliğin en büyük yükü benden kaynaklanıyor... Yakınlarım için yükten başka birşey değilim... Hiç yaşamamış olsaydım kesinlikle çok daha iyi olurdu” diyordu. Newton’a göre zaman tüm evrende tek biçim halinde akıyor, yani dünyada geçen bir saniye Jüpiter ya da Mars’taki bir saniye ile tamamen aynı diyordu. Einstein içinse evrendeki farklı saatler farklı tempolarla ilerliyordu. Einstein, hıza bağlı olarak zaman değişebiliyorsa uzunluk, madde ve enerji gibi diğer niceliklerin de değişmesi gerektiğini fark etti. Daha hızlı hareket ettikçe daha fazla uzaklığın daraldığını buldu. Benzer şekilde, daha hızlı daha fazla ağırlaşıyordunuz. (Aslında ışık hızına yaklaştıkça zaman duracakmışçasına yavaşlar, uzaklıklar hiçliğe daralır ve kütleniz sonsuzlaşır ki bunların hepsi çok saçmadır. İşte evrendeki nihai hız sınırı olan ışık bariyerini aşamamazın gerekçesi budur) Newton, yeryüzündeki fizikle gök fiziğini birleştirdi. Einstein da uzayla zamanı biraraya getirdi. Aynı zamanda o, madde ile enerjinin birleşik olduğunu ve bu nedenle birbirlerine de dönüşebileceklerini de gösterdi. Bir cisim daha hızlı hareket ettikçe ağırlaşıyorsa bu, hareket enerjisi maddeye dönüşüyor anlamına gelir. Bunun aksi de geçerlidir; madde de enerjiye dönüştürülebilir. Einstein ne kadar enerjinin maddeye dönüşebileceğini hesapladı ve E= mc2 formülünü buldu. Bu, ufacık bile olsa bir m maddesinin E enerjisine dönüştüğünde devasa oranda (ışık hızının karesi) katlandığını ortaya koymuştur.

Konulduğu yatağın üzerinde hafifçe şilteye gömülmüş bir bowling topu hayal edin. Şimdi şiltedeki eğimli yüzeyin kıyısından bir bilye yuvarlayın. Bilye, bowling topunu çevreleyen bir yörüngede, kıvrılan bir yolda hareket edecektir. Bilyenin bowling topunun çevresinde belirli bir uzaklıkta döndüğüne tanıklık eden bir Newtoncu, bowling topunun bilyeye uyguladığı gizemli bir kuvvet olduğu sonucuna varabilir. Newtoncu biri, bowling topunun, bilyeyi merkeze doğru gitmeye zorlayan ani bir çekim uyguladığını ifade edebilir.

Bilyenin yatak üzerindeki hareketini yakından izleyebilen bir görelilikçi (relativist) bakımından ise herhangi bir kuvvet bulunmadığı açıktır. Yalnızca bilyeyi kavisli bir çizgide gitmeye zorlayan yatağın eğriliği mevcuttur. Görelilikçi için çekim değil, yalnızca yataktaki eğriliğin bilye üzerinde uyguladığı itme vardır. Bilyeyi dünya, bowling topunu güneş ve yatağı boş uzay-zaman ile yer değiştirdiğimizde dünyanın güneşin etrafındaki hareketinin kütleçekimi dolayısıyla değil, güneş, dünyanın çevresindeki boşluğu eğerek dünyayı bir daire içersinde hareket etmeye zorlayan bir itme yarattığı için gerçekleştiğini görürüz. Özetimiz şimdilik burada bitiyor, ilerde isteğe göre devam edebiliriz.




18 Mart 2019 Pazartesi

Ömer Seyfettin’i tahlil etmek (Doğan Hızlan, Hürriyet Gazetesi, 16 Mart 2019)


Ömer Seyfettin’i tahlil etmek


Dünden bugüne edebiyat eserlerini tahlil ederseniz siyasete, topluma dair birçok gerçeği saptayabilirsiniz. Bu adların başında kuşkusuz Ömer Seyfettin gelir. İşte onu anlamak için okuyabileceğiniz iki kitap...
Bir yazarın kalıcılığının birkaç ölçüsü vardır. Bu ölçülerden önde geleni, yarattığı tiplerin, kahramanların bugün de aramızda dolaşmasıdır. Bu tipler, Doğu ile Batı arasındaki gelgitlerin yarattığı kültürel DNA’larımızın grafiğidir.
Esra Derya Dilek, hazırladığı ‘Gizli Mâbet’in ‘Önsöz’ünde bu ortada kalmışlık durumuna dikkat çekiyor: “‘Gizli Mâbet’ kitabının aynı adlı ilk öyküsünde; Batılı oryantalist Frenk’in Doğu kültürüne olan mistik, aşağılayıcı, irrasyonel bakış açısını ustalıkla eleştiren Ömer Seyfettin, ‘Tam Bir Görüş Adlı’ öyküde Batı kültürüyle benliğini kaybetmek suretiyle yozlaşmış sahte aydının temsilcisi Efruz Bey’i hicveder.”
Tanzimat’la başlayan Batılılaşma hareketinin sahte, taklitçi kişiler ortaya çıkarmasını eleştirir. Siyasal çatışmalar arasında sıkılıp kalmış tipleri de böyledir. Onu sadece milliyetçi bir yaftayla değerlendirmek yanlıştır, dilin sadeleşmesinden yaşamın sadeleşmesine kadar birçok değerlerin konumunu ortaya koyar.
Kültürel gülünçlük
Birçok öykünün mekânı Tokatlıyan’dır. Tokatlıyan, İstiklal Caddesi’nde idi. Her kuşağın onunla ilgili anısı vardır; Ercüment Ekrem Talu’dan Nâzım Hikmet’e, Çetin Altan’a kadar...
Özümsenmemiş, taklitçi Batı’nın eleştirisidir bu. Beyoğlu için söylediği “Ne iğrenç Garp karikatürü yarabbi!”, gerçek Batı’yla taklidin mukayesesidir. Türkiye’nin sınırından çıkar çıkmaz ‘Muhteri-Fantezi’ bugün de tüketici çılgınlığının ta kendisidir:
“Bir Muhteri -Fantezi-
Kuruş kuruş kazandığım liraları avuç avuç harç etmek benim elimden gelmez. Masrafı iradıma uydurmayı hayatımın en büyük vazifesi sayarım. Fakat ahlak gibi vazife de muhite göre değişiyor. Memleketimizin hududunu aşınca her türlü fikirlerimiz, umdelerimiz altüst oluyor. Başka hava, başka muhit, başka ufuk bizde başka temayüller uyandırıyor. Biz bunun farkında olmuyoruz.”
Hepimizden bir parça...
Farkında olmamak, bilinçli bir değerlendirmeden uzak oluşumuzdan kaynaklanıyor.
Kültürel gülünçlük benim onda bulduğum en düşünsel tat. Reşat Nuri’ye adadığı ‘Kurbağa Duası’nı okurken Anadolu’nun etkileyici insan haritasını hayal ettim. Bu öyküyü okuduktan sonra haritayı genişletmek için başka kitapları da okumak gereğini duydum, böyle bir Anadolu insanları tahlili ne kadar değişti, ne kadar kaldı, belki de okuduktan sonra karar verebiliriz. İşte okuma listesi: Reşat Nuri Güntekin, Köy Enstitülü yazarlar, Refik Halit Karay.
Melisa Aksu’nun hazırladığı ‘Asilzadeler’ ise dört parçadan oluşuyor: Efruz Bey, Ashabı Kehfimiz, Asilzadeler, Türk Bayrakları.


“Efruz Bey/Fantezi roman: Bu küçük romanı Efruz Beyefendi’nin kendisine hediye ediyorum.
Sevgili Efruz!
Hayatından şu birkaç levhayı yazarken ihtimal biraz mübalağacı göründüm. Ne yapayım? Bu benim mizacım... Bunun için kızma. Beni affet! Hem emin ol ki maksadım ne seni tahkir ne de maskara etmek... Hakikati görüldüğü gibi, edebiyat yapmadan yazmak istedim. Muvaffak oldum mu? Bilmiyorum. Fakat okuyunca samimiyetimin derecesini herkesle beraber sen de anlayacaksın. Herkes seni -bizzat kendi kadar- tanır Efruzcuğum, bugün hiç kimse sana yabancı değildir çünkü sen ‘hepimiz’ değilsen bile ‘hepimizden bir parça’sın...”
İroninin ustası
Son cümle benim hafızamda her zaman çınlamıştır. İroninin, ince alayın ustasıdır, insan sahtekârlığını bu kadar gerçekçi kaç kişi yazmıştır: “O ana kadar tamamen mabeyne mensup geçinen Ahmet Bey, velinimetinin konağından çıkarken o kadar ‘Hürriyetperver’di ki yanında Namık Kemal’le Mithat Paşa halis istibdat taraftarı kalırlardı.”
Ömer Seyfettin’i okurken geçen yılların değiştiremediği, silemediği izleri fark ettiğinizde boy aynasını kırmak isteyebilirsiniz. Çünkü birçok siyasetçi bunu kırmıştır. Bir yazarın hâlâ okunur olmasının sırlarını keşfedeceksiniz. Her yazımızda nitelediğim gibi, çok şey öğrenmek istiyorsanız, Tahir Alangu’nun ‘Ülkücü Bir Yazarın Romanı’nı mutlaka okuyun.
Gizli Mâbet, Hazırlayan: Esra Derya Dilek, 
160 sayfa, 14 TLAsilzadeler, Hazırlayan: Melisa Aksu, 160 sayfa, 14 TL

Turkuvaz Yayınları
Doğan Hızlan (Hürriyet Gazetesi, 16 Mart 2019)

3 Mart 2019 Pazar

FİZİĞİN KRİZİ – LEE SMOLIN


FİZİĞİN KRİZİ – LEE SMOLIN

(Siz değerli okuyucularım için Lee Smolin’in kitabından hazırladığım özeti sunuyorum)

Doç.Dr.Çetin ERTEK

Elinizdeki kitabın temel fikri, deneysel desteği olmamasına rağmen baskın hale gelmiş bir araştırma programının kuramsal fiziğin temel ilkeleri üzerine yoğunlaşan kısmının ilerlemesini yavaşlatmış ve kitabın sloganını kullanırsak krize sokmuş olduğu iddiasıdır. Smolin bir bütün olarak bilim camiası için yazıyor ve bunun bir sosyolojisi olduğunu ifade etse de bu sosyolojinin coğrafi ayrımlarına değinmiyor. Bir hiyerarşiden bahsediyor, ama hiyerarşilerin de yine çoğunlukla coğrafi bir iç hiyerarşisi olduğunu irdelemiyor.(Sayfa 8 ve 9)

Son 25 yıl boyunca, malzemelerin özellikleri, moleküler fiziğin biyolojinin temelleri üzerindeki etkisi, engin yıldız kümelerinin dinamiği üzerine yapılan bulgular çok önemlidir. Ama doğanın temel yasaları üzerine gözle görülür yol katedemedik. Neden birdenbire fiziğin başı derde girdi? Mark Wise, standart model ötesi fizik üzerine çalışan kuramcıların önde gelenlerindendir. Perimeter Teorik Fizik Enstitüsünde, Ontario’da, temel parçacıkların kütlesinin kökeni üzerine yaptığı konuşmada: “Bu problemi çözmekte dikkate değer şekilde başarısız olduk demişti. İlave ediyor, John Preskill’le Caltech’te konuşurlarken fermion kütlesi hakkında konuşma yapsam 1980’lerde söyleyeceklerimi tekrar ederdim” diyor. Parçacık fiziği dünyasında, Technicolor’ı, preon modellerini ve süpersimetriyi, uzay zaman konusunda da twistor kuramı, nedensel kümeler, süper kütle çekim, dinamik üçgenlemeler ve ilmik kuantum kütle çekim yaklaşımlarını sayabiliriz. Diğerlerinden daha çok ilgi çekmiş sicim kuramı (string theory) var. Hem kütle çekimi hem de temel parçacıkları kapsadığını  iddia ediyor. Uzayın daha görülmemiş boyutları olduğunu ve bildiğimizden çok daha parçacık tipinin varlığını öne sürüyor. Aynı zamanda, bütün temel parçacıkların, basit ve güzel yasalara uyan tek bir varlığın, sicimin, değişik titreşimleri olduğunu öneriyor. Kendini bütün parçacıkları ve bütün kuvvetleri birleştiren bir kuram olarak ortaya koyuyor. Son 20 yılda bunca gayretlere rağmen kuramın doğru olup olmadığını bilmiyoruz. (Titreşim bir parçacık olabilir mi?) Sicim kuramının neredeyse sonsuz sayıda değişik çeşidi vardır. Evrenin genişlemesini, ivmelenmesini gözönüne alarak kısıtlarsak 10500 (evrendeki bütün atomların sayısından fazla) kuram kalıyor. Anladığımız az sayıdaki sicim kuramlarının herbiri şu andaki deneysel verilerle, genelde en az iki şekilde uyumsuz.

Yani bir çatışma ile karşı karşıyayız. Bu kuramın temel prensiplerini bilmiyoruz. Ne tür bir matematiksel dille ifade bulacağını bilmiyoruz.
Sicim kuramcısı Brian Greene son kitabı “Evrenin Dokusu”nda “birçok sicim kuramcısı bugün, yani ilk öne sürülmesinden otuz yıl sonra, sicim kuramı nedir? gibi basit bir soruya anlaşılır bir cevabımız olmadığına inanıyor.” Aslında elimizde fazladan boyutların varlığı hakkında ne kuramsal ne de deneysel bir delil var. Bazı uzmanlar kesin olarak ne olduğunu bilmedikleri sicim kuramının bir alternatifi olmadığı hakkında nasıl emin olabiliyorlar?

Sicim kuramının yükselişinin bir sonucu da temel fizik üzerine çalışanların ayrışmış olmasıdır. Birçok bilimci sicim kuramı üzerine çalışmaya devam ediyor ve bu alanda belki de 50 kadar doktora tezi kabul ediliyor. Ama derin kuşkular içerisinde olanlar da var; ya kuramın temel kavramına hiç rağbet etmeyenler ya da kuramın tutarlı bir yapıya oturtulmasını ve deneysel öngörülerde bulunmasını beklemekten bıkmış olanlar. Bu ayrışma her zaman arkadaşça değildir. Taraflar birbirlerinin bilimsel yeterliliği ve ahlaki standartları üzerine sürekli kuşkular dile getiriyor ve bu ayrışmanın içinde arkadaşlıkları sadece gerçek bilimsel çalışma koruyabiliyor.
Bazı genç sicim kuramcıları bana eğer böyle yapmazlarsa bir üniversitede profesörlük almaları çok zor olacağından, inansalar da inanmasalar da sicim kuramı üzerinde çalışmak zorunda kaldıklarını söylemişlerdi. Ve hakları var; Amerika Birleşik Devletleri’nde temel fiziğe sicim kuramı dışındaki fikirlerle yaklaşanların hemen hiçbir kariyer fırsatı yoktur. Amerikan üniversitelerinde, son 15 yıl boyunca kuantum kütleçekim hakkında sicim kuramı dışındaki yaklaşımlar üzerinde çalışan sadece üç bilim insanına yardımcı doçentlik ünvanı verildi ve bunların hepsi de tek bir araştırma grubuna gittiler. Bilimsel gerçeklilik açısından sicim kuramı zorluklar yaşasa da akademik dünyada tam bir zafer kazandı. Bu bilime zarar veriyor, çünkü bazıları gerçekten de gelecek vaadeden alternatif fikirlerin önünü tıkıyor.
İnsanların inandıkları alanda araştırma yapma haklarını savunanların en başında ben yer alırdım. Ama tek bir alanın çok iyi destek alması ve diğerlerinin gözardı edilmesi eğiliminden son derece endişeliyim.

Eğer gerçeğin keşfi uzay, zaman ve kuantum dünyası hakkındaki fikirlerimizi kökten bir şekilde yeniden düşünmemizi gerektiriyorsa bu eğilim trajik sonuçlara gebedir.
Nano teknoloji ile elektronun sadece bizim hazırladığımız bir kanalda dümdüz gittiğini düşünelim. A noktası ile B noktasına vardığı andaki hızını ölçelim. Hem bulunduğu yeri, hem hızını (momentumunu) aynı anda istediğimiz hassasiyetle çözebiliyoruz demektir. Elektrona ışıkla yaklaşıp hızını ölçmeye çalışmıyoruz. Zamanı ölçtük yolu elektrona biz dikte ediyoruz. Heisenberg belirsizlik prensibi uçtu gitti. Zaten prensipti, kanun değil !!! Bizim varlığımızla veya müdahalemizle olay nasıl etkileniyor? Makro iletişimde makro fizik; mikro iletişimde mikro fizik olmaz. Kanun fizik kanunudur. (Coulomb kanunu gibi) Her zaman her yerde aynı şekilde uygulanır! Kara delik içinde bildiğimiz fizik kanunlarının hepsi geçersizse demek ki bunlar fizik kanunu değilmişler!!! Kuantum kuramı ile genel görelilik ilkesel kuramlardır. Durum böyle olunca mantıksal olarak birleştirilmeleri gerekir. Mikrodan makroya, makrodan mikroya aynı kanunlarla geçebilmeliyiz. Orada başka kanun, aynı olayda burada başka kanun olamaz.  Zaman kristalinde (Harvard ve Maryland Üniversitesi Laboratuarlarında) 10 atom yterbium ve elmas kristalleri ile ayrı yerlerde ayrı deneyler nasıl oluyor da aynı şeyi veriyorlar? Zaman kristali olayı nedir? Çekim kuvveti maddenin içinden çıkar (Erik Verlinde, Amsterdam Üniversitesi, 7  seneden beri üzerinde çalışıyor) universal bir kuvvet değildir. Entropi bulanıklığından meydana gelir, lazerle atomların spinleri karıştırılır, entropi karışıklığından gravite meydana gelir!!! Kuantum mekaniğindeki eksiklik nedir? Kuantum mekaniğinin bir eksikliği varsa, sorunun fizikteki diğer problemlerle bağlantısı hakkındaki bilgi eksikliğinden ileri gelmektedir. Büyük ihtimalle kuantum mekaniği problemi tek başına çözülemeyecek, bunun yerine cevap, fiziği birleştirmek için yaptığımız çabalar sonucunda ortaya çıkacak. 1867’de Maxwell elektrik ve manyetizmayı tek bir kuram altında birleştirmişti ve bir asır sonra fizikçiler elektromanyetik alanın ve zayıf çekirdek kuvvetinin (radyoaktif bozunmadan sorumlu kuvvet) birleştirilebileceğini fark ettiler. Bunun sonucunda, öngörüleri son 30 yıldır defalarca doğrulanmış olan elektrozayıf kuram doğdu.

Doğada elektromanyetik ve zayıf kuvvetlerin birleşmesinin dışında kalan (bildiğimiz) iki kuvvet var. Bunlar kütleçekim kuvvetli çekirdek kuvvetleridir. Bu kuvvet kuarkları birarada tutarak, proton ve nötronları oluşturan kuvvettir. Acaba bu dört kuvveti birleştirebilir miyiz? Dünyada sadece iki tür parçacık olduğunu biliyoruz: kuarklar ve leptonlar. Kuarklar proton ve nötronların keşfettiğimiz diğer birçok parçacığın yapıtaşlarıdır. Leptonlar, elektron ve nötrino gibi, kuark olmayan bütün diğer parçacıklardır. Bildiğimiz kadarıyla dünya altı tip kuark ve altı tip leptondan oluşmuştur. Bu temel parçacıklar birbirleriyle, kütleçekim, elektromanyetizma, zayıf ve kuvvetli çekirdek kuvvetleri aracılığı ile etkileşirler. Oniki parçacık ve dört kuvvet, bilinen evrendeki herşeyi açıklamak için ihtiyacımız olan yegane unsurlardır. Kütleçekim ihmal edildiğinde bahsettiğimiz bütün parçacıkları ve kuvvetleri açıklayabilen kuramı temel parçacıklar fiziğinin standart modeli olarak adlandırıyoruz. Geçen 30 yılda bu kurama dayanarak birçok öngörüde bulunduk ve bunların hepsi de deneysel olarak kontrol edildi ve doğrulandı. Standart model 1970’lerin başında kurgulanmıştı. Nötrinoların kütleli olduğunun gözlemi dışında hiçbir düzeltmeye gerek duyulmadı. O zaman fizik neden 1975’te nihai bir bütünselliğe erişemedi? Geriye ne kalmıştı?

Bütün kullanılışlığına rağmen standart modelin büyük bir kusuru var. Ayarlanabilir çok sayıda sabit içeriyor. Bildiğimiz kadarı ile kuram bu değerler hakkında seçici değil: Hangi değerleri seçersek seçelim tutarlı bir kuram olarak kalmaya devam ediyor. Bu sabitler parçacıkların özelliklerini belirliyor: Bazıları kuarkların ve leptonların kütlesini, diğerleri kuvvetlerin şiddetini. Bu sayıların gözlenen değerinin neden böyle olduğu hakkında bir bilgimiz yok; sadece deneyler aracılığı ile onları belirleyip kuramda yerlerine koyuyoruz. Eğer standart modeli bir hesap makinesi gibi görürsek, bu sabitler de makinanın üzerinde yer alan ayar düğmelerine benziyor. Bu sabitlerden yaklaşık 20 adet var. Bu kadar çok serbestçe ayarlanabilir sabit olmasını temel bir kuram olma iddiasındaki standart model için bir utanç kaynağı olarak görüyoruz, diyor Lee Smolin. Ertek de diyor ki, madem bu sabitler sadece deneyler aracılığı ile bulunuyor, hepsini bul koy, iş bitsin!!! Deneyle bulunamıyorsa kuram ne yapsın?!!! Smolin’le devam ediyoruz. Bu sabitlerden herbiri bilgilerimizdeki eksikliklere işaret ediyor: Gözlenen değerlerin fiziksel sebeplerini ya da buna yol açan mekanizmaları anlamıyoruz.

Proton ve nötronun her ikisi de üçer kuarktan oluşur. Mezon denilen diğer parçacıkların içinde ise kuark ve anti kuark vardır. Bu buluş 1960’ların başında Caltech’teki Gell-Mann ve Cenevre’deki CERN laboratuarında çalışan Zweig tarafından yapılmıştır. Caltech fizikçisi Richard Feynman, protonun ve nötronun kuarklardan yapılmış olup olmadığını gösterebilecek deneyler önerdi. Bu deneyler daha sonra SLAC sisteminde gerçekleştirildi. 1967’de Weinberg ve Pakistanlı fizikçi Abdus Salam birbirlerinden bağımsız olarak, kendiliğinden simetri kırılmasını kullanarak elektromanyetik ve çekirdek kuvvetlerini birleştiren somut bir kurama vardılar. (Elektro zayıf kuvvetlerin Weinberg-Salam modeli) Çekirdek kuvvetlerini iletmekle yükümlü olan ve fotona benzeyen parçacıklar W+, W- ve Z öngörülen özelliklere sahip olacak şekilde keşfedildiler. CERN’de bulunan Higgs bozonunun kütlesi 120 proton kütlesindedir. Bir fermiyonu bir bozonla değiş tokuş etmek ve sonunda da kararlı bir dünya resmine ulaşmak, ilk bakışta çılgınca gözükebilecek bir fikirdir. Buna rağmen, dört Rus bilimci Likthman, Yuri Golfand (1971’de), Vladimir Akulov ve  Dimitri Volkov (1972’de) tarafından oluşturulmuştur. O günlerde batı bilimcileri Sovyetler Birliği’ndekilerle iletişim içinde değildi. Sovyet bilimcilerinin seyahat etmesine çok ender durumlarda izin veriliyordu ve Sovyet kökenli olmayan dergilerde yayın yapmalarına da engel olunuyordu. Bu sebepten SSCB’de gerçekleştirilen birçok keşif batı tarafından takdir edilemiyordu. Süpersimetri fikrinin de akibeti böyle oldu. 1973’te Avrupalı fizikçiler Julius Wess ve Bruno Zumino farklı birçok süpersimetrik kuram buldular. Bir elektron protondan 1800 kat daha hafiftir. İki proton arasındaki elektrik itme kuvveti aralarındaki kütle çekim kuvvetinden 1038 kat daha büyüktür. Richard Feynman, süpersimetri ve fazladan boyutların gerçek olup olmadığına dair şöyle diyor: “Hiçbir şey hesaplamıyor olmalarını beğenmiyorum. Deneylerle uyuşmayan herşey hakkında hep –iyi de, hala doğru olabilir- demelerine yarayan bir açıklama, bir tertip uydurmalarını beğenmiyorum. Yeni birşey üretmiyor, neredeyse hep mazur görülmesi gerekiyor. Doğru gözükmüyor.” diyor. Diğer bir muhalif, standart model üzerine olan çalışmalarıyla Nobel ödülüne layık görülmüş Sheldon Glashow: “Ama süper sicim fizikçileri kuramlarının gerçekten de çalıştığını daha gösteremediler ki, standart modelin sicim kuramının mantıksal bir sonucu olduğunu ispatlayamadılar.” diyor. “Resimlerinde proton ve elektronlar gibi şeylere yer olup olmadığından bile emin değiller.” deyip ilave ediyor, “Ne hala daha deneyler için ufacık da olsa bir öngörüde bulunabilmiş değiller. Daha da kötüsü, süper sicim kuramı doğa hakkında ikna edici temel birtakım varsayımların mantıksal bir sonucuymuş gibi gözükmüyor.”

Birinci süpersicim devrimi: Dönüm noktası Green ve Schwarz’ın yaptığı ve sonucu sicim kuramının sonsuzluklar içermeyen ve tutarlı bir kuram olduğu hakkında güçlü kanıtlar sunan bir hesaptı. Princeton Üniversitesi ve İleri Araştırmalar Enstitüsü’ndeki herkes bütün kuramsal fizikçiler konu üzerinde çalışmaya başladılar. Kısa sürede sicim kuramının biricik olmadığı anlaşıldı. Tutarlı tek bir kuram yerine, on boyutlu uzay-zamanda beş tutarlı süpersicim kuramı kurulabiliyordu. Bu gelecek 10 yıl boyunca çözülemeyecek bir bilmece yarattı. Zaman geçtikçe sicim kuramının da bir birleştirmeye ihtiyacı olduğu anlaşıldı. 1995’te gerçekleşen süpersicim devrimi tam olarak da bunu sağladı. Bu devrimin doğuşu genellikle Edward Witten’in mart ayında Los Angeles’ta düzenlenen bir sicim konferansında yaptığı konuşmaya bağlanır. Evrenin başlangıcında çok uzun sicimlerin yaratıldığı ve bunların hala varlıklarını sürdürdükleri sonucuna varılabilir. Evrenin genişlemesi bu sicimleri milyonlarca ışık yolu uzunluğuna getirmiştir. Onları süper iletkenlerde gerçekleşen kuantumlanmış manyetik akı çizgilerine benzetebiliriz.

Evrenin hayatının başlarında soğuması sonucu gerçekleşen faz dönüşümü esnasında yaratılırlar. Eğer uzak bir galaksi ile aramızda kozmik bir sicim varsa sicimin oluşturduğu kütleçekim alanı bir mercek gibi davranacak ve galaksinin görüntüsünü kendine has bir şekilde çoğaltacaktır. Ama aynı gözlem Hubble uzay teleskopu aracılığı ile tekrarlanınca bunun aslında birbirine çok yakın iki galaksiden oluştuğu anlaşıldı. Chicago’daki Enrico Fermi Enstitüsü’nde çalışan Friedan, “sicim kuramı bir fizik kuramı olarak başarısızlığa uğramıştır. Uzun mesafeler fiziği üzerine hiçbir şey söyleyememektedir, söyleyemez de. Gerçek dünyanın bilinen özellikleri üzerine hiçbir açıklama getiremediği gibi öngörüde de bulunamaz, hiçbir inandırıcılığı yoktur.” diyor.  

23.02.2019