.

.
.

23 Aralık 2016 Cuma

Nehirler Denizlerle Buluştukça (Felsefe Sanat ve Teknolojinin Gizemli Yolculuğu) (Murat Eriç)

Nehirler Denizlerle Buluştukça (Felsefe Sanat ve Teknolojinin Gizemli Yolculuğu)

Yazar: Murat Eriç
Yayınevi: Mozaik

"Tarihi incelerken olayların karmaşasına düşülürse sanatın, teknolojinin ve mimarinin nasıl oluştuğunu tam olarak anlayabilmemiz zorlaşır. Bu biraz da o dönemin düşünce akımları ile sanat ve teknolojik gelişmelerin birlikte ele alınmayışından kaynaklanmaktadır. İşte sözü edilen bu birlikteliğin kurulması için, kitapta o günlere gidilerek insanların günlük yaşamları üzerinden bir öykü kurgulanmıştır. 
Nehirler denizlerle buluştukça kültür ve uygarlıklar da bir kıtadan diğerine asırlar boyunca taşınıp durmuştur. Bu serüvende Nil nehrinden yola çıkılıp Efes ve Boğaziçi’ni geride bırakarak Loire vadisinde Gotik dönemin şatolarını izleyerek Venedik Arşipel’inde Rönesans ustaları ile tanıştıktan sonra Porto limanına bakan Barok tarzdaki bir eve misafir olunacaktır.
Daha sonra Le Havre limanından kalkan bir geminin güvertesinde Neoklasik çağın inceliklerini anlatan iki subay arasındaki sohbete kulak kabartılacak ve ardından Barcelona limanında Arnuvo tarzında yapılmış binalar seyredilip Tuna nehri üzerinde Endüstri dönemi yaşanacaktır. Zaman yolculuğu içinde Thames nehrine bakan 1960’ların bir mimarlık ofisinde dinlenip diğer bir delta kenti olan San Francisco’da ise artık günümüz yaşamına erişilecektir." 

13 Kasım 2016 Pazar

Türkiye'de Siyasal Yaşam - Dün, Bugün, Yarın (Derleyen Mehmet Kabasakal, Ekim 2016)



Türkiye'de Siyasal Yaşam - Dün, Bugün, Yarın (Derleyen Mehmet Kabasakal, Ekim 2016)


Türkiye, ilk çeyreğine doğru gelmekte olduğumuz 21. yüzyılda ekonomik, siyasal ve toplumsal değişimini sürdürürken; giderek artan, farklılaşan ve çeşitlenen sorunlarla da karşı karşıya kalmaktadır. Eski sorunların geçmiş yüzyıldan bu yüzyıla taşındığı, askeri darbelerle kesintiye uğrasa da “çok partili demokratik bir sistemin” hâkim olduğu bir ülke görünümünde olan Türkiye demokrasisi için, tüm siyasal kurum ve kuralların işlediği, evrensel değerlerin yerleştiği bir yapılanmadan da söz etmek pek mümkün değil.

İşte bu kitabın temel amacı; Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yapısını ele alırken, çoğulcu demokrasinin kökleşmesi yolunda varolan sorunların çözümü için canlı bir tartışma ortamı yaratmak ve buradan yola çıkarak kalıcı sonuçlar üretmektir.

Her biri kendi çalışma alanlarında yılların birikimine sahip değerli akademisyen ve yazarların; demokrasinin pekişme sürecinden, anayasa tartışmalarına, kuvvetler ayrılığından yargının bağımsızlığına, sivil toplum anlayışından siyasal katılmaya, etnik yapı ve siyasetten Kürt sorununa, kadın sorunlarından, medya ve siyaset, din ve siyaset ilişkilerine, eğitim sorunlarına kadar uzanan geniş bir çerçevede değerlendirmelerinin sunulduğu bu çalışma, bir başvuru kitabı olma niteliğini taşıyor.

Türkiye’de Siyasal Yaşam - Dün, Bugün, Yarın adlı bu eser ders kitabı olarak kullanılabileceği gibi, onun çok ötesine geçerek, Türkiye’nin mevcut sorunlarını aşıp, yeniden yapılanmasını kendine “dert edinenler” için bir anlamda rehber olma özelliğine de sahip. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları olarak biz de derleyenin görüşlerine katılarak, “Umarız bu çalışma Türkiye’nin demokratikleşmesi için çaba harcayanlara sağlam gerekçeler de sunan bir kaynak olur” diyoruz.

MEHMET KABASAKAL ERGUN ÖZBUDUN NUR ULUŞAHİN SERAP YAZICI İLTER TURAN ALİ L. KARAOSMANOĞLU A. ARGUN AKDOĞAN ERSİN KALAYCIOĞLU AYDIN UĞUR ITIR AKDOĞAN HALUK ŞAHİN BAHATTİN AKŞİT METİN HEPER YEŞİM ARAT ZEHRA F. KABASAKAL ARATBURHAN ŞENATALAR ÖMER FARUK GENÇKAYA

6 Kasım 2016 Pazar

Kitabı sevin, sahafınızı da... (Kanat Atkaya / Hürriyet Gazetesi, 6 Kasım 2016)


Kitabı sevin, sahafınızı da...

Beyoğlu Sahaflar Festivali'ne giderken, kendime "Sakin ol, kontrolünü kaybetme, bütçe hesabından şaşma" telkininde bulunmaya çalıştım. Faydası oldu mu? Hayır. "Ne zamandır arıyordum" dediğim bazı ilk baskıların da bulunduğu 14 kitap ve bir broşürle eve döndüm. Pişman mıyım? Hayır.
Beyoğlu Sahaflar Festivali, bu yıl onuncu kez düzenleniyor; onuncu yılında dördüncü farklı mekâna çağırıyor kitapseverleri.

Galata, Gezi Parkı, Tepebaşı’nda TRT’nin yanındaki alan derken bu yıl da Taksim Meydanı’ndalar.

Hem kitaplara bakıyorum hem de kimini 20 yıldır tanıdığım sahaf dostlarımla, büyüklerimle muhabbet ediyorum. “Memnun musunuz yeni yerden?” diye soruyorum.

Önce iyimser cevapları vereyim...

Memnun olanlar var. Ellerinde biriken ve ‘ucuzdan verebilecekleri’ kitapları eritebiliyorlar bir ölçüde.

Dükkâna az müşteri geliyor, internet satışı artıyor; burada hiç değilse açık havada farklı kitapseverlerle buluşmuş oluyorlar. Bu sefer sahafların kullandıkları ‘stant’lar daha korunaklı, daha iyi düşünülmüş. Önceki yıllarda yağmur yağınca kitapların zarar görebildiği ortamlar da görmüştük.


BU YIL İCAT EDİLEN ZORUNLU BAĞIŞTAN ŞİKÂYETÇİLER 

İşler kimine göre “İyi çok şükür”; halinden memnun... Ama yüzünü ekşitenler de çıkıyor...

Şikâyet kısmına geçiyoruz...

Bu yıl bir ‘zorunlu’ bağış sistemi icat edilmiş. Kapalı tezgâhlar için 1000 TL, açık tezgâhlar için 500 TL yatırmak gerekiyormuş. Nereye yatırılıyor, nereye gidiyor peki bu para?

Açıklama kısmına ‘Sahaf Festivali Bağış Bedeli’ yazdıktan sonra Kültür Kenti Vakfı adına Vakıflar Bankası’nda açılan bir hesaba yatırmanız gerekiyor parayı... Bir sahaf arkadaşım “Şimdi festivali bir hafta uzatacaklar ama 500 TL daha istiyorlar. Ben vermeyeceğim” diyor.

Sahaflara bir nefeslik yer açıp üstüne zorunlu bağış almak kimin fikriyse... “İyi bir fikir değil!” demiş olayım kibarca... Müşteri profilinin değişimi sahafların ortak şekilde dikkat çektikleri bir başka nokta.

Taksim Meydanı’ndan gelip geçenlerin meraktan bakmak için uğradıklarını, asıl trafiği bu kitlenin oluşturduğunu, ‘gerçek kitapsever’ kitlenin biraz uzakta kaldığını söyledi farklı sahaf dostlar. 10.00-22.00 saatleri arasında açık olan festival için bir de sahne kurulmuş, etkinlikler tasarlanmış.

Klasik bir ‘sohbetler, anma törenleri, konserler’ programı ancak “Çok gürültü oluyor, sahnenin ötesinde kalan dükkânlara müşteri ulaşamıyor” gibi şikâyet edenler de var.

Bu sayıp döktüklerim, sahaf dostlarımızın sayıp döktüğü artılar ve eksiler.

ARAYIP BULAMADIKLARINIZ ARAMAYIP BULDUKLARINIZ 

Fakat asıl meseleye, yani kitaplara, dergilere, plaklara, afişlere vesaire gelelim... Yine ‘her aradığınızı, arayıp bulamadığınızı, aradığınızın farkında olmadığınızı ve elbette aramadığınızı’ bulabiliyorsunuz. Sürekli kitapçı gezen, kitap arayanlardanım ve festivale gitmeden önce kendime “Sakin ol, kontrolünü kaybetme, bütçe hesabından şaşma” telkininde bulunmaya çalıştım.

Faydası oldu mu? Hayır. Arada “Ne zamandır arıyordum” dediğim bazı ilk baskıların da bulunduğu 14 kitap ve bir broşürle eve döndüm.

Pişman mıyım? Hayır.

Birincisi, istediğim baskıları, farklı referans kaynaklarını bulmuş oldum. İkincisi, ‘dükkân fiyatına’ göre gayet hesaplı şekilde almış oldum kitapları.

Festivali kitapseverler için çekici hale getiren en önemli nokta bu.

Mesela Hüseyin Cahit Yalçın’ın ‘Niçin Aldatırlarmış’ kitabının 1922’de yapılan ilk baskısı tertemiz ciltlenmiş duruyor. Fiyatını soruyorum “Dükkânda 125 TL ama burada 50 TL...” cevabı geliyor. Kitabı ve bu baskıyı biliyorum. 125 TL biraz fazla ama 50 TL, bu kondüsyonda ucuz doğrusu...


FİYATLAR GÖZ KORKUTMASIN 8 TL’YE HARİKALAR VAR 

‘Değerli’ baskılarda ‘kerteriz’ alabilmek için birkaç kitabın fiyatını not düşüyorum.

Cemal Süreya’nın ‘Göçebe’si, çok sevdiğim o turuncu kapaklı ilk baskı için 1000 TL istiyor sahaf arkadaş. Fiyatın bu kadar yükselmesini sağlayan hadise, elbette Cemal Süreya’nın imzasını taşıması. İmzasız ilk baskılara bakalım... Nâzım’ın ‘835 Satır’ının ilk baskısı, hem de temiz kalmış: 250 TL.

Ece Ayhan’ın ‘Devlet ve Tabiat’ının ilk baskısı, yumuşak kapaklı olanı: 180 TL. Orhan Veli’nin ‘Karşı’sı 400 TL. Hem temiz hem ‘pazarlık payı var’...

Sedad Hakkı Eldem klasiklerinden, ‘iyi kütüphanelerde mutlaka bulunan’ eserleri ‘İstanbul Anıları’ ve ‘Boğaziçi Anıları’ iki cilt takım halinde 750 TL. Fiyatlar gözünüzü korkutmasın ama...

3 TL, 5 TL, 8 TL, 10 TL tezgâhlarında her evin ihtiyacı kitaplardan bolca mevcut... 8 TL tezgâhından harikulade 3 kitap buldum mesela...

Sahaf Festivali’ni cuma günü gezdim; malumunuz hava soğuk, yağışlı, kapalıydı. Ama raporlar bugünden itibaren günlük güneşlik bir hava işaret ediyor. Bir Beyoğlu seferine bağlayarak sahafları gezmek bugünü planlarken aklınızda bulunsun.

Kitabı sevin, sahafınızı da sevin...


PROUST’UN ÖNLENEMEZ YÜKSELİŞİ 

Sahaflara en çok sorulan kitaplar bellidir. Sabahattin Ali’nin ‘Kürk Mantolu Madonna’sı, Yusuf Atılgan’ın ‘Aylak Adam’ı gibi klasikler hep üst sıralarda. George Orwell’in ‘1984’ü ve Saint-Exupery’nin ‘Küçük Prens’i de tahtından indirilecek gibi değiller. Televizyon dizisinin ardından çok satanlar arasında kalıcı koltuk sahibi olan ‘Aşk-ı Memnu’ya da ilgi devam ediyor ama esas sürpriz Proust... İki sahaf arkadaşımla ‘Çok sorulanlarda son durum’ sohbeti yaparken öğrendim. Meğer Marcel Proust’un ‘magnum opus’u, başyapıtı ‘Kayıp Zamanın İzinde’nin altıncı kitabı ‘Albertine Kayıp’, popüler televizyon dizisi ‘Kiralık Aşk’ta ekranda belirince şöhrete kavuşuvermiş! “Yetiştiremiyoruz” dedi sahaf arkadaşım “Bu eser altı kitap” dediklerinde kimsenin umursamadığını da sözlerine ekledi.

Sonra? Sonra çay söyledik, ne yapacağız o soğukta...

Kanat Atkaya (Hürriyet Gazetesi, 6 Kasım 2016)



23 Ekim 2016 Pazar

Kitap sevmez, yazanı, okuyanı sevmez; neresidir bu memleket? (Kanat Atkaya / Hürriyet Gazetesi, 23 Ekim 2016)

Kitap sevmez, yazanı, okuyanı sevmez; neresidir bu memleket?


KONUNUN üzerinde yeterince tepindiğimize göre "Kürk Mantolu Madonna" gafına biraz daha farklı, belki biraz daha gerçekçi bir yaklaşımda bulunmayı denesek mi?
Malum, günlük magazin haberlerinin “derinlemesine tartışıldığı” bir televizyon programında laf Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sına gelmiş, yorumculardan biri de kitabın kahramanını pop müzik yıldızı Madonna ile karıştırınca toplumsal tepki barajının kapakları açılmıştı.

Derdim yorumcuyu savunmak değil; bu süreçte yapılan bazı esprilere epeyce güldüğümü de belirteyim. Ancak gündemi şenlendiren bu hadiseyi biraz geriye çekilip “acı gerçekleri” ortaya koyan rakamlara da bakarak değerlendirmek de mümkün.

Tamam, yorumcu çamı orman ölçeğinde devirdi

Tamam, kazmayı vurduğu taştan çıkan sese cevap yetiştirirken “özrü kabahatinden büyük” diyenleri haklı çıkaracak bir tavır sergiledi.

Tamam, neredeyse hiç kimsenin bilmediği bir konuyla karşılaştığında “Bilmiyorum” demek dürüstlüğünü göstermektense “analiz kastırmayı” tercih ettiği bir toplumun “heykel şahsiyeti” oldu.

Tamam, tamam, tamam; hepsine ve daha fazlasına tamam...

Ama...

Kitap hangi ülkenin ihtiyaç listesinde 235’inci sırada yer almıştır?

“Kitap karın doyurmaz” diyenler nerede yaşar?

Cuntanın ev baskınında Vladimir İlyiç Lenin’in kitaplarını “Yaz arkadaş; Altıncı Lenin...” diyerek tutanağa işleyen ve kitabı gözaltına alanlar nerede serpilmiş ve büyümüştür?

“Bazı kitaplar vardır ki bombadan daha tehlikelidir” diyen zihniyet hangi verimli toprağın ürünüdür?

Oğuz Atay, güzelim “Demiryolu Hikâyecileri”ndeki unutulmaz “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” cümlesini hangi iklimin etkisiyle yazmıştır?

122 kişiye bir kahvehanenin düştüğü bir memleket vardır ki aynı memlekette 50 bin kişiye de bir kütüphane düştüğünü gösterir bazı araştırmalar. Allah Allah yahu, acaba hangi memlekettir orası?

Evlatlarına doğum günlerinde kitap hediye edilen memleketler sıralamasında 180 memleket arasında 140’ıncı sırada demirlemiş bir yerden bahsedilir. Bilir misiniz neresidir orası?

Yıllardır her ev taşıyışında nakliyecinin “Abi sen bu kitapların hepsini okudun mu allasen?” sorusuna “Bazıları referans kitabıdır, bazılarını ‘Bir gün mutlaka...’ diyerek vicdan azabı şeklinde yaşatıyorum... Çoğunu okudum, daha çoğunu okuyarak yaşamak istiyorum...” gibi cevaplar verirken tükenmiş ve kestirmeden, omuzları düşerek “Hayır” cevabı vermeye başlamış birini tanıyorum, tıpkı ana benzer kendisi, kimdir ve nerede yaşamaktadır o fakir ve onun gibiler acep?

Bir sahaf, “Parayı bulduk, statü sembolü lazım şimdi” diyerek kapısını çalan bir türedi zenginin “Şu kadar ene, şu kadar boya sahip bir kitaplık yaptırdım da; dolduracak kitap lazım. Gözünü seveyim ciltleri güzel gözüksün birader” dediğini aktarmıştır... Çoğu zaman siftah bile yapamadan kepenk kaldırıp indiren o sahafın dükkânı nerededir acaba?

Hangi memleketin evlatları yılda sadece 6 saatini kitap okumaya ayırmaktadır?

Hangi memleket pamuklara sarılıp saklanması gereken Aslı Erdoğan’ı ve onun gibi sayısız yazarını kuşaklar boyu, iktidarlar boyu cezaevinde tutmuştur, tutmaktadır?

Hangi memlekette kişi başına 7-8 kitap düşmektedir ve bu kitapların yarısı da ders kitabıdır? Hangi memleketin siyaset çarkını sistematik cehalet döndürmektedir?

“Kitap sevmez, yazanı sevmez, okuyanı sevmez bir memleket vardır” diyeler eyy erenler!

Neresidir bu memleket?

Neresidir?

Kanat Atkaya (Hürriyet Gazetesi, 23 Ekim 2016)






13 Eylül 2016 Salı

Okumadığınız kitaplar hakkında konuşabilirsiniz (Doğan Hızlan / Hürriyet Gazetesi, 13 Eylül 2016)

Okumadığınız kitaplar hakkında konuşabilirsiniz


TATİLDESİNİZ ve bir arkadaş grubu içinde söz kitaplardan açıldı. 
Hele içinizde bir kitap kurdu varsa mutlaka yeni yayınlardan söz edecektir. Siz iyi bir edebiyat okuru değilseniz, yeni kitapları takip etmiyorsanız, işiniz zor.
Mutlaka sözü eski ustalara, onların eserlerine getirin. Bu konuda size biraz tüyo vereyim. Ama sizin de onlardan birkaç satır okumuş olmanız şart, en azından kulaktan dolma bilgilerle idare edecek kadar bir birikiminiz olması gerekiyor. Aksi takdirde size tavsiyelerde bulunamam, elinizden tutamam.
Bunları nasıl yapacağız sorusunun cevabını Pierre Bayard’ın Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz?* kitabında bulabilirsiniz.

Konuşmaya katılabilmek için çok bilinen bazı adların ekseninde dolanmalısınız.

Çünkü onlar hakkında o kadar çok yazıldı, o kadar çok konuşuldu ki, hafızanızda mutlaka bir iz kalmıştır. Artık siyasetçiler bile onlardan dizeler okuduğu için yüzeysel bilgiye sahipsiniz.

Siz o bilgileri naklederken okumuş gibi yapabilirsiniz. Artık inandırıcılık derecesi sizin üslubunuzun gücüne bağlı.

Divan Şiiri, İkinci Yeni gibi konularda susma hakkınızı kullanın. Tanrı korusun cehalet denizinde boğulursunuz.

Hayatınız boyunca sevdiğiniz ve okuduğunuz isimler vardır, onları bir kere sürekli aklınızda tutun.

Son yıllarda edebiyat eserlerinden uyarlanan dizileri izlemişsinizdir mutlaka. En azından ana hatlarıyla konularını biliyorsunuzdur. İzlemiş değil de okumuş taklidi belki işinize yarayabilir.

Ben yine de okumanızı salık veririm ama.

***

BAYARD kitabında kültürü bakın nasıl tanımlıyor:

“Kültür bireysel cehaleti gizlemekle yükümlü bir tiyatrodur.”

Kitap Oscar Wilde’ın bir sözüyle başlıyor:

“Eleştirisini yapacağım bir kitabı asla okumam, insan o kadar etkileniyor ki.”

Paris Üniversitesi’nde hem edebiyat profesörü hem psikanalist olduğu için yazar, insanoğlunun edebi açmazlarını keşfetmekte ustalığını gösteriyor. Şu sözünde gerçekçilik payının ne kadar yüksek olduğuna katılmamak mümkün mü?

“Ben özel hayatta para ve cinsellik hariç, insanlardan bilgi edinmenin kitap okuma konusundaki kadar zor olduğu başka alan tanımıyorum.”

Okuma eyleminde kütüphanecinin durumu nedir? Birini okursa diğerlerine haksızlık etmek istemez.

Yazarın bir itirafı bizi okumamaya sevk ediyor adeta.

“Ben Joyce’un Ulysses’ini hiç okumadım ve görünen o ki hiçbir zaman da okumayacağım.”

Ama Ulysses hakkında konuşmuş.

‘Okumama Ustası’ Paul Valery, okumadığı Proust hakkında ölümünden sonra konuşmuş, yazmıştır da.

Umberto Eco’nun Gülün Adı üzerine bölümü de gerçekten bir romanın nasıl okunacağı, hakkında nasıl konuşulacağını özetliyor.

Pierre Bayard bizi tuzağa düşürüyor. Zekice yorumlarla ortada bırakıyor.

Çünkü sonunda karar veriyoruz ki, o kitaplar okunmadan böyle bir kitap yazılamazdı.

Gene de Oscar Wilde’ın bir sözünü anmadan geçemeyiz. Ona göre bir kitabı okumak için en uygun süre, altı dakikaymış.

***

BU deneyleri yaşamış, bu yöntemi uygulamış birinin vardığı sonucu doğrusu merak ediyorum.
(*) Everest Yayınları, Türkçesi Aysel Bora.

Doğan Hızlan / Hürriyet Gazetesi (13 Eylül 2016)



5 Haziran 2016 Pazar

Altıncı Yok Oluş -ı- (Mustafa Özcan, 5 Haziran 2016)


Altıncı Yok Oluş -ı-

Başlık hem bir kitabın hem de ayni doğrultuda bu yazı ile ele almaya başladığım biyosferin uzun tarihi içindeki evrimsel’e(ılımlı gelişmeci) karşıt olan devrimsel (ani yıkıcı, büyük yıkımlı, katastrofik) oluşumları anlatacak olan makale dizisine konu olan kitlesel yok oluş olaylarından en sonuncusuna verilen addır. 
Önce konuya yönelik kitabı tanıtayım.
İngilizcedeki adı Sixth Extinction olan yapıt, “The New Yorker” dergisinin ABD’li gazeteci-yazarı Elisabeth Kolbert’in yorucu bir saha çalışması sonucunda kaleme aldığı popüler bir bilim kitabıdır. 2016’da Türkçe olarak basılıp Altıncı Yok Oluş: İnsan kendi yarattığı yok oluşun kurbanı mı olacak adı ile piyasaya sürülmüş olan kitabın hak ettiği üzere 2012’de Pulitzer ödüllünü almış ve New York Times’te “bestseller” olmuş olması tesadüfî değildir. Muhakkak okunması gereken bu kitabın okuyanları arasında BObama ve B. Gates’inde olduğunu belirtip Türkçebaskısının arka kapağında tanıtım için kullanılan paragraftan alıntılama yaparak konusu hakkında sunulan bilgilendirmeyi kısaca aktarayım:
“…Kolbert, insanın, gezegenimizdeki hayatı, diğer hiçbir türün yapmadığı şekilde değiştirmesinin nedenini ve nasılını anlatıyor… altıncı yok oluşun insanoğlunun en kalıcı mirası olmaya aday olduğunu gösteriyor ve bizleri insan olmanın anlamını yeniden düşünmeye zorluyor. Altıncı Yok Oluş, dünyanın geleceğine dair; entelektüel tarihdoğa tarihi ve saha muhabirliğini bir araya getiren ve gözlerimizin önünde süregelen kitlesel yok oluşa dair güçlü bir anlatım sunan önemli bir kitap.”
***
Şimdi de yok oluş kavramı hakkında biraz bilgilendirme yaparak konuya başlangıç olacak açılımı yapmak istiyorum
Ancak ilk önce, İngilizcedeki “extinction”dan Türkçeye “yok oluş” olarak aktarılan olguyu belirten bu sözcüğün 21. yüzyılda en çok dile getirilecek kavramların başında gelmeye aday olacağı yönündeki kuvvetli kanımı da daha hemen başta vurgulamam gerekir.
Çok hücreli yaşamın gelişme tarihinde ani yıkımları ifade etmekte olan bu terimin geçmişi Fransız devrimi dönemlerine dek uzanmaktadır. Esasen konu arka plan yok oluşu şeklinde anılan, yok olan türlerin ortaya çıkan yeni türlerle dengelenmekte olduğu durumları ifade eden evrim sürecinin olağan bir gelişmesi olarak Darwinyen görüngede doğal seçim işlevinin normal bir sonucu olan bir olgu diye bilinmektedir. Ancak, Darwincilik ile kapsanmayan husus, yok olanların sayısının yerine gelenleri çok aştığında ortaya çıkan kitlesel yok oluş durumlarıdır. Bu aşım on binlerce kata eriştiğindeyse büyük kitlesel yok oluşlardan söz edilmektedir. 
Bugün kullanmakta olduğumuz şekli ile yok oluş kavramı Fransız devrimi döneminde Sibirya mamutlarının fosil olarak bulunuşu ile başlayan tartışmalar ortamında paleontoloji’nin babası kabul edilen Fransız doğa bilimci Georges Cuvier(1769-1832) tarafından ortaya atılmıştır. Cuvier, çağdaşlarının çok ilerisinde görüşlere sahip olması ile bilinen bilimci bir kişidir. Nitekim bu durum O’nun yüzyılı aşan bir dönem boyunca tartışmalı bir kişilik olarak görülmesine de neden olmuştur.  Cuvier’in tartışmalı kişiliğiyse ta ki yüzyılı çok aşkın bir süre sonrasında uzak görüşlülüğün olağan üstü değeri anlaşılana dek sürüp gitmiştir. Cuvier, yaşadığı dönemde yok oluş kavramını “Yaşayan ve fosil haldeki fil türleri adı altında sunduğu derste kayıp türlerle dolu başlı başına apayrı bir dünyanın var olduğu savı doğrultusunda ileri sürerek tanıtmıştır.
Cuvier’in yerkürede yok oluş olgusunun varlığı konusundaki bu gerçekçi saptaması 20. yüzyıl’ın son çeyreğine gelene kadar uykuda kaldı, ilgi görmedi diyebiliriz. Bu gidişat, tanınmış ABD’li doğa bilimci Paul Ralph Erlich’in (1932) eşi Anne Ehlich (1933) ile birlikte "Yok Oluş: Türlerin Kayboluşunun Nedenleri ve Sonuçlarıismiyle 1981’de İngilizce olarak yayımlanan kitabında konuya dikkatleri çekene kadar sürüp gitti. 
Nihayetindeyse, ozon deliği konusundaki çalışmaları ile Nobelödülü alan Hollandalı atmosferik kimyacı Paul Crutzen (1933), jeolojik kronolojide Holosen’in ardından insan faaliyetlerinden ötürü yeni bir jeolojik çağın, koyduğu adıyla, Antroposen’in başladığı tezini ileri sürerek konuyu şimdilerde gezegen bilimin tam da odağına oturttu. 
Antroposen çağında insan eliyle oluşan faaliyetlerinden kaynak alıp yerküreyi ani yıkımlarla maruz bırakmakta olan Altıncı Yok Oluşu başlattığı düşünülen başlıca olayları şu “Altı Yokedici Etmen başlığı altında toplayarak özetlemek olanaklıdır: 
  • Tarım, endüstri ve kentleşme sonucuormansızlaşmaya dayalı biyosferik, atmosferik ve hidrosferik bozunmalara bağlı iklimsel değişim.
  • Toksik maddelerin aşırı kullanımı ve kemizasyonsonucu litosfer ekosistemlerdeki zehirlenmeler vebozunmalara bağlı olarak çeşitlenmenin yitirilişi.
  • Kıtasal tatlı su kaynaklarının hayâsızca sömürülmesi sonucu yerkürenin yeraltı tatlı su kaynaklarının tükenişi.
  • Küresel ticari taşıma sonucu denizel ve karasal ekosistemleri bozan veya yok eden başat istilacı tür işgalleri ile çeşitlenmede şiddetli düşüşler. 
  • Atmosfere karbon, kükürt, azot ve halojen salımı sonucu denizel asitlenmeye dayalı okyanusal bozunma ve ona bağlı iklimsel değişim (*). 
Mustafa Özcan (5 Haziran 2016)
_____________________

(*) Devamı gelecek

30 Nisan 2016 Cumartesi

Dort Rapor (Derleyen Necip Azakoğlu, Tarihçi Kitabevi Yayınları)


Dört Rapor

Müttefik Kuvvetler Komisyonu'nun (ABD, Büyük Britanya, Fransa, İtalya) "Yunan Mezalimi"ni Araştırma Raporları 1919-1921

* * *

General Harbord'un Ermenistan'da Amerikan Mandası Raporu 1919

Derleyen Necip Azakoğlu
Tarihçi Kitabevi Yayınları


Güney Marmara'daki Yunan Mezalimini konu alan olayları Batılılarca hazırlanmış belgeler üzerinden ele alması bakımında son derece önemli olan bu kitap, Cahit Kayra’nın önsözü ile Tarihçi Kitabevi Yayınları tarafından Nisan 2016’da yayınlanmıştır.


28 Nisan 2016 Perşembe

Duyuru: Yazar Sezen Özol'un imza günü



Duyuru:
Gönenli değerli yazar Sezen Özol için tanıtımını bu ortamda yaptığımız "Eski Hayaller Alırım" adlı kitabı için Gönen'de 1 Mayıs 2016'da Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından organize edilen kermes kapsamında imza günü tertiplenmiştir. 

Gönen Parkı içindeki Kordon Park Cafe'de saat 11:00'de başlayacak olan etkinlikte yazar saat 13:00'dan itibaren okuyucuları ile buluşacaktır. 

Tüm kitap severlere duyurulur.


16 Nisan 2016 Cumartesi

Modernleşen Çin’in Tarihi (Michael Dillon) (Mustafa Özcan, 16 Nisan 2016)


Modernleşen Çin’in Tarihi

Birleşik Krallık Durham Üniversitesi Çağdaş Çin Araştırmaları Merkezi kurucusu ve yöneticisi Michael Dillon’un kaleme aldığı Modernleşen Çin’in Tarihi adlı yapıtın Aydın Atılgan ve E. Ümit Atılgan’ın değerli çabaları ile Türkçeye çevrilmiş olması, süper güç Çin’in modernleşme süreci hakkında bilgi edinmek isteyen entelektüeller için çok önemli bir kazanım sağlamış olmalıdır. 
Öte yandan, 2009’da Pekin Tsinghua Üniversitesi’nde konuk öğretim üyeliği ile Çin’i otantik olarak görmüşlüğünü de dağarcığına katmış olan tanınmış Çin tarihi uzmanı olan kitabın yazarının ayrıca konuya giriş niteliğinde olan bir de Contemporary China: An Introduction adlı yaptının daha olduğunu yeri gelmişken vurgulamalıyım. 
Modernleşen Çin’in Tarihi adlı yapıt, modern dünya tarihinin en önde gelen olgularından biri olarak kabul edilen Çin’inin modernleşmesini günümüzden bir bakış ile inceleyerek konuyu tüm boyutları ile gözler önüne seriyor. Konunun omurgasında klasik bir Ortaçağ imparatorluğu görünümündeki Çin’in Mançu kökenli Qing Hanedanlığı döneminden günümüzdeki modern durumuna gelene kadarki tarihsel olayların anlatısı bulunmaktadır. Bu kapsamda Çin’in Afyon savaşlarından günümüz karma ekonomili yapısının kurucusu kabul edilen Deng Xiaoping'e dek olan yaklaşık 150 yıllık dönemdeki gelişmeler imparatorluğun geçmişine yapılan retrospektifler bağlamında çeşitli yönleri ile ele alınıp incelenmektedir.
Konu odağını, tanıtımını yapan pasajdan yazarın bir cümlesini alıntılayarak bir de onun gözünden vurgulayarak görelim:
“Bu çalışma Çin’in modern dönemdeki tarih anlatısıdır. Her ne kadar ÇKP’nin iktidara geldiği 1949 esas alınarak ikiye ayrılan 20. yüzyıl daha fazla ağırlık taşıyor olsa da bazı noktalarda 19. yüzyıl ayrıntılarıyla incelenmiş ve daha yakın tarihli gelişmeler de Çin’in uzun imparatorluk tarihi bağlamında ele alınmıştır.”
***
Öte yandan, Qing dönemi tarihi ile Osmanlı tarihi karşılaştırmalı olarak değerlendirildiğinde iki tarihsel süreç arasında pek çok benzerliklerin var olduğunu hayretle görmek mümkün olmaktadır. 
Örneğin, her iki Ortaçağ imparatorluğun da kutsallıktan kaynak alan bir iradi gücün denetimi altında halkını mutlak bir totalitarite ile her durumda baskıladığı görülmektedir. Bunun nedeni ise, her iki devlette de yegâne erk olan yönetimin gücünü semavi iradenin kutsallığından almasında yatmaktadır. Diğer bir deyişle, Batı’dakiler ile karşılaştırıldığında Ortaçağ Doğu imparatorluklarının devlet düzeni, göksel iradeye çok daha bağlı, onun kutsalından çok daha fazla kaynak alan bir meşruiyet üzerine tesis edilmiştir. 
Gene öne çıkan benzerliklerden biri de değişim ve dönüşümün önemli tarihsel aşamaların kronolojisi ile ilgilidir. 1919’un Mayısı her iki ülke için de uluslaşma sürecinde doruğuna doğru atılan hamlelerin yapıldığı aydır. Devamındaki süreçte Çin Komünist Partisi’nin 1921’de kuruluşu ve Guomingtang’ın varlığını tam olarak 1923’te tesis etmesi Türkiye tarihi ile karşılaştırıldığında bize tarihin ne denli küresel ve holistik (bütünsel) olarak ele alınması gerektiğine dair önemli bir ipuçu veriyor olmalıdır.
Ancak, gene de bu durum iki imparatorluğun modernleşme sürecinde bazı temel farklılıkların olduğunu ortadan kaldırmamaktadır. Bu farklılıklar özellikle modernleşme sürecindeki kültürlenme olgusunda kendini belli etmektedir. Kültürel dönüşüm sürecinin iki ana başlığı olan tinsel (manevi) ve tensel (maddi) dönüşüm ulamlarını temsil eden temel kurumlar olarak sırasıyla bir yanda yaşam ve yönetim anlayışını, öte yandaysa ticaret ve dili görmek olanaklıdır. Bu durumda Osmanlı tinsele daha yakın olan bir kültürlenme tarzını benimsemiş olaraktan bu alanda dönüşmeye yönelmişken Çinlilerse bunun tersi olarak hep kendi ticaret ve dilini önemseyen pragmatik bir çağdaşlaşma yaklaşımı benimseyen tutum takınmışlardır.
Kâğıt, pusula, barut ve matbaa gibi tarihinin en önemli dört buluşunu insanlığa kazandıran dünyada sürekliliği olan küllerinden yeniden doğan en eski medeniyet olan Çin’e bu başarıyı sağlayan etmenin ne olduğu sorulursa, verilecek cevap yukarıdaki saptama doğrultusunda olacaktır. Dünyanın en eski sürekliği olan yazılı dilini kullanan yeryüzündeki ilk seküler entelijansiyaya sahip olmak diyebiliriz. 

Mustafa Özcan (16 Nisan 2016)