.

.
.

28 Mart 2021 Pazar

The United Nations: A Very Short Introduction - Jussi Hanhimaki

 


Yetmiş yıllık varoluştan sonra BM modası geçmiş mi? Emeklilik için olgun mu? Jussi Hanhimaki ‘nin bu çok kısa girişin ikinci baskısında kanıtladığı gibi, cevap hayır. Yirmi birinci yüzyılın ikinci on yılında BM, kurucularının umduğu gibi hayatları kurtarmaya ve dünyayı iyileştirmeye devam eden vazgeçilmez bir organizasyon olmaya devam ediyor.2008’deki orijinal yayınından bu yana, bu ikinci baskı, BM Güvenlik Konseyi’nin en son başarılarını keşfederken eylem ve barışı koruma çabalarının daha yeni örneklerini içeriyor.

   Birleşmiş Milletler ve selefi Milletler Cemiyeti’nin kısa bir tarihinden sonra Hanhimaki sosyo-ekonomik kalkınma mühendisi olarak BM’nin uluslararası barış ve güvenliğin koruyucusu, insan haklarının destekçisi, uluslararası hukukun koruyucusu olarak başarılarını ve başarısızlıklarını inceliyor. Bu güncellenmiş baskı, BM’yi bugün karmaşık bir organizasyon hakine getirmeye devam eden şeyleri ve istekleri ile yetenekleri arasında devam eden zorlukları vurgulamaktadır. Hanhimaki ayrıca BM ve onun çeşitli araçları ve örgütleri (UNESCO ve UNICEF gibi) hakkında net bir açıklama sağlayıp, BM Güvenlik Konseyi’nin genel hedeflerine ulaşmasının gelecekte ne kadar muhtemel olduğuna dair bir öneri sunup İran, Afganistan, Irak, Ukrayna, Libya ve Suriye gibi son krizlere katılımına eleştirel bir genel bakış sunuyor.

   Engellerinden bağımsız olarak, BM öngörülebilir gelecekte hayatta kalacaktır. Tek başına bu, BM’yi tüm çeşitliliğiyle muhteşem ve sinir bozucu karmaşıklığı ile bile değerli bir görev haline getiriyor. BM’ye çok ihtiyaç duyulan bu güncellenmiş giriş ile Jussi Hanhimaki, başlangıçta nasıl tasarlandığına, bugünkü şekline nasıl ulaştığına ve hızla değişen dünyada yeni zorluklarla nasıl yüzleşmesi gerektiğine dair net bir anlayış sağlayarak kuruluşun etkinliği konusundaki mevcut tartışmaya dahil oluyor.  

Basım Tarihi : 2008

Yayıncı           : Oxford

Sayfa Sayısı   :  171

 

( 27 Mart 2021 Kadıköy Düşünce   Platformu 1311. Toplantısında, Mustafa Özcan'ın tanıttığı haftanın kitap önerisidir.)

22 Mart 2021 Pazartesi

Tarih ve Kolektif Bellek - Prof. Dr. Nuri Bilgin (Bağlam Yayıncılık)

 

 

 

                    Tarih ve Kolektif Bellek -  Prof. Dr. Nuri Bilgin (Bağlam Yayıncılık)

( Siz değerli okuyucularımız için Sayın ; Abdullah Yılmaz'ın hazırladığı kitap özetidir. )


TARİH VE KOLEKTİF BELLEK

Nuri Bilgin, Bağlam yayıncılık, Birinci Basım; Ocak 2013

Kısaca kitabın, Kolektif Belleğin zamansal, mekânsal tezahürleriyle, belleğin ötesi diye tarif edilen ölüm hakkındaki bilgilerle, son bölümünde 1930 yılından 1990 yılına kadarki (Sosyal bilimler yüzyılı) tarihini içerdiğini söylemek mümkündür.

Kitabın birinci kısmında 1893 yılında Fransa’nın Aigues-Mortes’te yaşanan hakkında yapılan analizlerde uzmanlar üç tip kolektif bellek yaklaşımı geliştirmiştir. İlk olarak resmi bellek, mahkeme ve polis kayıtları gibi yetkililerin hatırlanmasını istediği bellek tipidir. İkinci olarak olayların kurban veya faili olarak yükünü çeken,  hisseden bellektir ki, zaman içinde sürekli evrilmesi, değişmesi nedeniyle canlı bellek tipidir. Üçüncü ise günümüz tarihçisinin olaylardan sıyrılarak metodolojik bir bellektir. İlk iki bellek birbirini, tamamlar. Resmi bellek seçtiği bir geçmişi yönetirken, canlı bellek maruz kaldığı bir geçmişle başa çıkmaya çalışırken her ikisi de nihai olarak kolektif kimliğin gereklerine az çok bağımlıdır.

Tarihin kolektif bellekten en önemli farkı, ortaya koyduğu ürünün niteliğinden ziyade hareket tarzındadır. Kolektif bellek ile tarih farkı, naif sağduyu veya günlük düşünce ile uzman düşüncesi arasındaki farktır. Clemens’in deyişiyle (2002/52) “günlük bir kitle gazetesi ile bilimsel dergi farkı” gibidir. Bunu geçmişe bakan iki pencere gibi görebiliriz. Kolektif bellek açısından bir olayın varlığı, hatırlanmaya bağlı olduğu halde tarihçinin, tümüyle unutulmuş bir olayı ortaya çıkarma olanağı vardır.

Kolektif bellek, grup kimliğinde kimlik tanımlama, kimlik yüceltme, grup eylemlerini meşrulaştırma ve kolektif mobilizasyon yani grubun harekete geçirilmesi rollerini görür. (Licata, Klein, ve Gely2007)

Kolektif kimlik, bir takım semboller, anılar, sanat eserleri töreler, alışkanlıklar, değerler, inançlar ve bilgilerle yüklü bir gelenekten, geçmişin mirasından, kısacası kolektif bellekten hareketle inşa ediliyor. Belleğin kimlik tesisine katkısı, kendiliğinden gerçekleşmiyor. Geçmişin bazı anlarının yüceltilmesi, kahramanca savaşlar ile idealleştirme ve kolektif acıların öne çıkarılmasıyla gerçekleşiyor.

Kolektif belleğin içeriğinde diğer bazı faktörlerin de etkisinden söz edilebilir. İnsanlar kendi sosyal kategorileri, aidiyet grupları ve dolayısıyla kendi benlikleri/kimlikleri için önemli olanları da daha çok hatırladıkları gibi bir kuşak etkisinden de söz edilebilmektedir.

İlk kez 1902 yılında Avusturyalı yazar Hugo von Hafmannsthal tarafından kullanılan kolektif bellek kavramı (memoire sociale), sosyal bilimler vokabülerine Durkheim’ın öğrencilerinden Maurice Halbwachs tarafından sokulmuştur.

Sosyal gruplar kendilerini tanımlayabilmek için geçmişe referansta bulunma ihtiyacı içindedirler. Bir grubun üyelerinin farklı kişisel geçmişlerini, tüm üyelerin kolektif olarak hatırladığı tek bir ortak geçmişte birleştiren kolektif bellek, grup kimliğinin inşasında önemli bir dayanak noktasıdır.

Kolektif bellek, toplulukların geçmiş ve şimdi arasında bir bağ kurmasını sağlayarak, topluluk kimliğinin süreklilik duygusunun tesisinde önemli bir rol oynar.

Gruplar kolektif bellek vasıtası ile “zamansal bir bütünlük” elde eder ve eski ile mevcut olan arasında bağlantı kurar(Schwartz1997)

Eşyalar gibi yerler de, grup kimlik ve aidiyetini tamamlar ve böylece grup üyeleri arasında bellek senkronizasyonu sağlar.

Zihin geçmişi “mekansallaştırdığı”nda yani bir mekâna oturttuğunda eşya ve yerler, bu mekânı düzenleyen ve kodlanmasına yardımcı olan unsurlardır.

Kentlilerin yaşamında periyodik olarak tekrar eden ritüeller vasıtasıyla da mekân işaretlenip özelleştirilir.

Psiko-sosyal açıdan çevre ne bireyleri kuşatan bir dış çerçevedir, ne de onları içine alan basit bir zarftır. Bu demektir ki farklı mekân tiplerinin meydana getirdiği ilişkisel ve sosyal bir dinamik vardır.

Eşyalar, üretim ve tüketimlerinde, tasarım ve kullanımlarında toplumun normlarıyla yakından ilişkilidir ve bu anlamda, sosyal kontrolün ve bütünleşmenin, bir başka deyişle kolektif kimliğin ayrılmaz parçalarıdır.

Eşyaya ilişkin gözlemler, insan ihtiyaçları ve tüketim olgularına ilişkin düşüncelerle iç içe bulunuyor. Bunların analizi, Batı uygarlığının temelindeki doğaya egemen olma anlayışına gönderiyor.

Zamanı tıpkı mekân gibi, iki türlü kavramsallaştırmak mümkündür; Kronolojik ve psikolojik zaman.

Belirli bir kültürdeki zaman anlayışı çeşitli bakımlardan betimlenip değerlendirilebilir; zamanın kavranması, geçmişin anın ve geleceğin anlamı, zamanın bölümlenmesi algılanması, öngörülmesi ve zamana egemen olma boyutları, bu açıdan önem taşımaktadır.

Çeşitli kültürlerin zaman anlayışları, birbirinden zamanın formu (doğrusal, vektöriyel, devirsel vb.) zamanın sürekliliği veya süreksizliği, zaman birimleri zaman vokabüleri gibi hususlarda farklılaşmaktadır.

Modern zaman anlayışı, zamanı doğrusal vektöriyel bir tarzda tanımlamaktadır.

Kitabın üçüncü kısmında yazar başlık olarak Belleğin Ötesi demiştir. Ölümü evcilleştirerek ölüm felsefesi yapmıştır.

Ölüm kaygısı konusunda Heidegger’in sözüne yer vermiştir; “Kaygı, insanın gerçekten kim olduğunun, yani ölüme doğru atılmış bir varlık olduğunun bilincine varmasını sağlayan temel bir eğilimdir.”

Antropoloji ölüm olgusunda, her toplumun kendini tesis eden, üyelerini bir arada tutan geçmişini ve geleceğini kucaklayan şeyi açığa vuran önemli bir an görmüştür. (Faber, Vasas, 1993:5)

Tüm uygarlıklar öncekilerden esinlenerek veya onları tartışarak evrenin kökenini ve amacını aramıştır. Hepsi de doğumun ve ölümün sırlarını anlamak istemiştir, zihin veya gözlem yoluyla, bilim ve teknoloji vasıtasıyla. Aynı sonuca ulaşmasalar da hepsi de, hem dünyadaki yaşama, hem de ölüm sonrasına ilişkin bir vizyonun ifadesi olan mitleriyle, ritleriyle inançlarıyla birlikte bir ölüm sistemi inşa etmişlerdir.(Gendron ve Carrier 1997, 12-13)

Ölümden duyulan dehşet, pek çok kültürde ölümün, arzulanan post mortem hayatın başlangıcı, bir dünyadan ötekine geçiş olarak tahayyülüyle aşılıyor. Eski Türklerde ve Orta Asya kültürlerinin pek çoğunda (Budizm, Maniehizm, Taoculuk ve Tengricilik vb.) gözlenen ruh göçü (tenasüh) inancı, ölümden sonra ruhların kuş gibi uçup geldiği yere, yani göğe gittiğine inanılıyor. (Koçak 2012)

Kuşkusuz pratikte ölümü hatırlamanın veya düşünmenin pozitif sonuçlarına işaret eden bazı çalışmalar da vardır. (Vail ve ark. 2012); örneğin ölümlülüğün bilincinde olmak, fiziksel sağlığımızı olumlu yönde etkileyebiliyor ve hedeflerimizi ve değerlerimize öncelik vermemize yol açabiliyor. Ancak bu tür gözlemler, ölümden kaygı duyulmadığına işaret etmiyor.

İnsanların ölüm karşısındaki vaziyet alışları, Batı dünyasında da tarih boyunca çeşitlilik göstermiştir.

Kültürel bilinç düzeyinde ölüm kaygısını bastırma etkisi belki de en çok dinler aracılığıyla gerçekleşir. Neredeyse bütün dinlerde daima ölüm sonrasına ilişkin bilgiler bulunur.

Kültürel dünya görüşlerinin sağladığı anlamlılık hissi ve sunduğu sembolik ölümsüzlük yolları varoluşsal kaygıyı azaltıcı bir işlev görür. Kültür, evrensel sorunlara bazı cevaplar sağlayarak, yani nereden geldiğimiz ve bu dünyadaki amacımızın ne olduğu gibi problemlere tutarlı ve bütünlüklü çözümler sunarak dünyanın düzenli, sabit ve anlamlı bir yer olduğu duygusunu yaratır.

Ölüm hem bireysel, hem de kolektif düzeyde üzerinde en çok “kafa yorulan” ve dolayısıyla zengin bir sembolizmin geliştirildiği olgulardan biridir… Ölüm hakkında, düşünce tarihi boyunca ortaya atılan felsefi görüşler ve sağduyu çerçevesinde üretilen zımni teoriler, türlü sanat ürünleri ve kitle iletişim kanallarında dolaşarak yayılmakta ve bir sosyal temsil formunda varlığını sürdürmektedir.

Düşünce tarihi boyunca teorik planda ölümü kavramlaştırma çabalarının ürünü olan bazı felsefi görüşler temelinde, ölüm anlayışları kategorize edilmeye çalışılmıştır. Bunlar, 1-Ölümü hiç kimsenin ne olduğunu bilmediği ve asla bilemeyeceği anlamsız bir sözcük sayan anlayış. 2-Ölümü yaşamın sonuna ilişkin hayati sezgi sayan anlayış. 3-Ölümü hayatın bir parçası olarak gören anlayış. 4- Ölümü varoluşun sonu olarak gören anlayış.5-Ölümü ruhun spritüel kaderinde bir etap sayan anlayış.

Ölüm kaygısında söylenebilecek temek konu, insanoğlu, tüm canlılar arasında ölümün kaçınılmazlığının ve kendisinin de er geç öleceğinin bilincine sahip belki de tek varlık olduğudur. Yazar bu bölümde Van Minh’in şu sözünü paylaşıyor, “Ölüm fikrini kabul edemeyenler, ölü sayılmalıdır. “

Tarih boyunca destansı örneklerini gördüğümüz ölümsüzlük arayışları, hiç kuşkusuz ölüm korkusunun ilginç bir sonucudur.  

Çeşitli kültürlerde ölümle başa çıkmada, mitsel varlıkların tahayyülü ve bunların kutsallaştırılması, insan zihninin işleyişiyle de ilişkilendirilebilir. Nitekim Boyer’e (2001) göre insanın bir tanıdığının ölmesi gibi kritik bir durumda çeşitli zihinsel şemalar harekete geçmektedir.

Teknolojik gelişmeler, ölüm karşısında harekete geçen bilişsel mekanizmalarımızı değiştirebilir mi?Bu durum ihtimal dahilinde olsa da insanın binlerce yıl boyunca ölümle başa çıkabilmek için yararlandığı mekanizmaların kısa zamanda değişmesi mümkün görünmüyor.

Ölüm kaygısıyla başa çıkmanın mümkün bir yolu olan “ölümle birliktelik”, birlikte yaşamak (conviviality), Aries’in terimleriyle “ölümü evcilleştirmek”, ölümle araya mesafe koymamaya dayanır. “Felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir.” Diyen Montaigne (16. Yy) çoğu kez beklenmedik bir anda başımıza gelişi nedeniyle, ölümü sürekli ileriye atmanın mümkün olmadığını belirterek kendisine karşı hiçbir şey yapamayacağınız bir şeyden korkmak yerine onunla birlikte olmaya çalışmayı öğütler.

Kitabın dördüncü bölümünde Bilgin, Sosyal Bilimlerin Tarihinden bir kesit sunmuş.

Sanayileşmenin son hızla gelişmekte olduğu bu yıllarda işbölümü, ticari ilişkiler, bürokrasi, bireycilik gibi olguların ortaya çıkmasıyla sosyal bilimlerin gelişimi arasında bir ilişki kurmak mümkündür.

Bireylerle toplum arasında bir mesafe var. Sanki toplum aslında onu eylemleriyle besleyen bireylerden kopuyor, onlar nazaran bir özerklik kazanıyor; bu kendini kendi dışına atma veya kendi kendine aşkınlık denilen durumdur.

20. yüzyılın başlarında sanayileşme sosyal ilişkileri ve kırsal yaşamı değiştirmekte ve büyük kentsel merkezlerde, bireyciliği yansıtan yeni yaşam tarzları belirmektedir.

Bu dönemin ilginç olaylarından Fransa’da tarihçi sosyolog polemiğidir. Bu tartışmadan uzun yıllar boyunca tarihe damgasını vuracak ünlü Annales Ekolüdür.

Bu sıralarda Almanya’da sosyoloji henüz yoktur, hukuk ve iktisat kökenli akademisyenle, özerk bir sosyal bilim kurmaya çalışmaktadır. Amerika’da ise William James fikirleri yararlı ve yararsız diye ayırdığı Pragmatism adlı kitabıyla yankı yaratır.

Dünya savaşa sürüklenirken Dilbiliminde Saussure “ Dil, sosyal fonksiyonları olan organize bir sistemdir.” Sözüyle devrim yapmış. Diyakronik ve senkronik inceleme yöntemiyle çalışmıştır.

Psikolojide ise Freud Rüyaların Bilimi kitabını yayınlar.

20. yüzyılın ikinci on yılında savaşta 8 milyon insan ölmüş ve 20 milyon sakat kalmıştır. Bu yılları Müzikte Rönesans Dönemi olarak nitelemek mümkündür. Müzisyenler olarak Gustav Mahler, Arnold Schönberg, Stravinsky, Ravel, Fairre, Debussy gibi isimleri sayabiliriz.

Dünyayla ilişkimizi yapılandıran özleri ortaya çıkarmayı amaçlayan Fenomenoloji, bizzat şeylerin kendine dönmeyi gerektirir ve tüm fenomenlere uygulanır.

Bütün parçaların toplamından fazladır, diyen Geştalt Psikolojisi Wertheimer, Koffka, Köhler gibi Almanya’daki psikologlarca temsil edilmekte ve yüzyılın başında psikolojiye hâkim olan psikofiziğe bir tepkidir.

Analitik algı-global algı tartışması biçimlerin hangi algısal yüzeyde oluştuğu tartışması devam etmektedir. (Bu noktada Mustafa Özcan, Holistik algının analitik algıdaki yaratıcı eksikliğinin tamamlayıcısı rolünü üstlendiğini belirtmektedir.)

1930yıllara Amerika’da arabalar, gökdelenler, müzikal komediler yıllarıdır. Borsa felaketiyle girilen yıllarda Almanya’da Hitler, işbaşına gelmiş, üniversitelerden Yahudi entelektüeller sürülmüştür.

İkinci Dünya Savaşının ardından soykırım ve atom bombası etkisinde uluslar arası örgütlerin kurulmasına çalışılmıştır. Yalta Zirvesi sonrası dünya Batı ve Doğu Bloku olarak ikiye bölünmüştür.

Soğuk Savaş yıllarında Macar Devrimi (1956) bastırılamamış, Berlin Duvarının inşası engellenememiştir.  Sinemada Hollywood, müzik alanında Rock and Roll ve Elvis Presley parlamış, TV ve transistörlü radyolar yaygınlaşmıştır.

İki kutuplu dünyada 1962deki Küba Krizi sonrasında uzay çalışmaları, bölgesel çatışmalar gibi konularda çekişme başlamıştır.

Bu dönemde sosyal bilimler alanında bir diğer gelişme coğrafya ve tarih gibi disiplinlerde “model yaklaşımı” nın yükselmesidir. Models in Geography’i yayınlayan İngiliz coğrafyacıları P. Hagget ve J. Chorley, tam bir bilim haline getirmek istedikleri coğrafyayı betimsel ve ampirik yaklaşımın ötesine taşıyarak hipotetiko-dedüktif bir yaklaşım geliştirirler. Aynı yaklaşım ABD’de iktisat tarihi alanında D. North ve R. Fogel (30 yıl kadar sonra 1993te Nobel Ekonomi Ödülünü paylaşırlar.) tarafından izlenir.

1974te Avrupa’da haftalık çalışma saatlerinin kısalmasıyla turizm, spor gibi boş zaman uğraşları gelişmiştir.

Annales Ekolü de üçüncü neslini “Altın Çağını” yaşarken tarihi, maddi uygarlığın (Beslenme, giyim, aletler, teknikler ve yenilikler)  ve kolektif temsillerin incelenmesini konu almalıdır, şartını ortaya koymuştur.

Bu süetçe hizmet sektörü giderek büyümüş, mavi yakalılardan beyaz yakalılara geçiş süreci başlamıştır.

1980yıllar iletişim çağının, üçüncü endüstriyel devrimin habercisi olmuştur. Bu döneme ait “düzensizlik, kaos, belirsizlik” kavramlarından bahsedilebilir.1970li yılların sonlarında başlayan iletişim çağı, toplumun informatikleşmesi anlamını taşımaktadır.

Yirminci yüzyılın son on yılınaysa iki kutuplu dünya Perestoika ve Glastnost’un ardından Berlin Duvarıyla yıkılmıştır.

Sosyal bilimlerin krizi sayılabilecek bu dönemin ardından 1990lı yıllarda, yeni paradigmalar belirmiştir, bir yandan inşacılık ve etkileşimcilik yükselirken, psikolojide kognitif yaklaşım hakim olmuş, hümanist felsefenin yenilenmesiyle özne, anlam ve moral kavramları ön plana çıkmıştır.

21 Mart 2021 Pazar

C. B. Macpherson'un Liberal Demokrasi Eleştirisi – Dr.Naci İspir

 

Liberal demokrasinin içerisinde bir yandan ontolojik ve ahlaki öte yandan da siyasi anlamda bir takım yetersizlikleri barındırdığını göz önünde bulundurarak onu temelden bir eleştiriye tabi tutan C.B.Macpherson’un düşüncelerinin bir yönüyle Liberal Demokrasinin bir kritiği, diğer yönüyle de Liberal Demokrasinin kendisini yeniden inşa etmesi için önemli bir katkı niteliği taşıdığını söyleyebiliriz...

Yayınevi             :             Arı Sanat Yayınevi

Cilt Durumu       :               Ciltsiz

Basım Tarihi       :               Ekim 2011

Basım Yeri          :               Türkiye

Boyutlar              :               13,50 x 21,00 cm

Basım Dili            :               Türkçe

Kağıt Tipi             :               2. Hamur

Sayfa Sayısı         :               195

Barkod :              9789758525980

 

( 20 Mart 2021 Kadıköy Düşünce   Platformu 1310. Toplantısında, Mustafa Özcan'ın tanıttığı haftanın kitap önerisidir.)