Tarih ve Kolektif Bellek - Prof. Dr. Nuri Bilgin (Bağlam Yayıncılık)
( Siz değerli okuyucularımız için Sayın ; Abdullah Yılmaz'ın hazırladığı kitap özetidir. )
TARİH VE KOLEKTİF BELLEK
Nuri Bilgin, Bağlam yayıncılık, Birinci Basım; Ocak 2013
Kısaca kitabın, Kolektif Belleğin zamansal, mekânsal
tezahürleriyle, belleğin ötesi diye tarif edilen ölüm hakkındaki bilgilerle,
son bölümünde 1930 yılından 1990 yılına kadarki (Sosyal bilimler yüzyılı)
tarihini içerdiğini söylemek mümkündür.
Kitabın birinci kısmında 1893 yılında Fransa’nın
Aigues-Mortes’te yaşanan hakkında yapılan analizlerde uzmanlar üç tip kolektif
bellek yaklaşımı geliştirmiştir. İlk olarak resmi bellek, mahkeme ve polis
kayıtları gibi yetkililerin hatırlanmasını istediği bellek tipidir. İkinci
olarak olayların kurban veya faili olarak yükünü çeken, hisseden bellektir ki, zaman içinde sürekli
evrilmesi, değişmesi nedeniyle canlı bellek tipidir. Üçüncü ise günümüz
tarihçisinin olaylardan sıyrılarak metodolojik bir bellektir. İlk iki bellek
birbirini, tamamlar. Resmi bellek seçtiği bir geçmişi yönetirken, canlı bellek
maruz kaldığı bir geçmişle başa çıkmaya çalışırken her ikisi de nihai olarak
kolektif kimliğin gereklerine az çok bağımlıdır.
Tarihin kolektif bellekten en önemli farkı, ortaya koyduğu
ürünün niteliğinden ziyade hareket tarzındadır. Kolektif bellek ile tarih
farkı, naif sağduyu veya günlük düşünce ile uzman düşüncesi arasındaki farktır.
Clemens’in deyişiyle (2002/52) “günlük bir kitle gazetesi ile bilimsel dergi
farkı” gibidir. Bunu geçmişe bakan iki pencere gibi görebiliriz. Kolektif
bellek açısından bir olayın varlığı, hatırlanmaya bağlı olduğu halde
tarihçinin, tümüyle unutulmuş bir olayı ortaya çıkarma olanağı vardır.
Kolektif bellek, grup kimliğinde kimlik tanımlama, kimlik
yüceltme, grup eylemlerini meşrulaştırma ve kolektif mobilizasyon yani grubun
harekete geçirilmesi rollerini görür. (Licata, Klein, ve Gely2007)
Kolektif kimlik, bir takım semboller, anılar, sanat eserleri
töreler, alışkanlıklar, değerler, inançlar ve bilgilerle yüklü bir gelenekten,
geçmişin mirasından, kısacası kolektif bellekten hareketle inşa ediliyor.
Belleğin kimlik tesisine katkısı, kendiliğinden gerçekleşmiyor. Geçmişin bazı
anlarının yüceltilmesi, kahramanca savaşlar ile idealleştirme ve kolektif
acıların öne çıkarılmasıyla gerçekleşiyor.
Kolektif belleğin içeriğinde diğer bazı faktörlerin de
etkisinden söz edilebilir. İnsanlar kendi sosyal kategorileri, aidiyet grupları
ve dolayısıyla kendi benlikleri/kimlikleri için önemli olanları da daha çok
hatırladıkları gibi bir kuşak etkisinden de söz edilebilmektedir.
İlk kez 1902 yılında Avusturyalı yazar Hugo von Hafmannsthal
tarafından kullanılan kolektif bellek kavramı (memoire sociale), sosyal
bilimler vokabülerine Durkheim’ın öğrencilerinden Maurice Halbwachs tarafından
sokulmuştur.
Sosyal gruplar kendilerini tanımlayabilmek için geçmişe
referansta bulunma ihtiyacı içindedirler. Bir grubun üyelerinin farklı kişisel
geçmişlerini, tüm üyelerin kolektif olarak hatırladığı tek bir ortak geçmişte
birleştiren kolektif bellek, grup kimliğinin inşasında önemli bir dayanak
noktasıdır.
Kolektif bellek, toplulukların geçmiş ve şimdi arasında bir
bağ kurmasını sağlayarak, topluluk kimliğinin süreklilik duygusunun tesisinde
önemli bir rol oynar.
Gruplar kolektif bellek vasıtası ile “zamansal bir bütünlük”
elde eder ve eski ile mevcut olan arasında bağlantı kurar(Schwartz1997)
Eşyalar gibi yerler de, grup kimlik ve aidiyetini tamamlar
ve böylece grup üyeleri arasında bellek senkronizasyonu sağlar.
Zihin geçmişi “mekansallaştırdığı”nda yani bir mekâna
oturttuğunda eşya ve yerler, bu mekânı düzenleyen ve kodlanmasına yardımcı olan
unsurlardır.
Kentlilerin yaşamında periyodik olarak tekrar eden ritüeller
vasıtasıyla da mekân işaretlenip özelleştirilir.
Psiko-sosyal açıdan çevre ne bireyleri kuşatan bir dış
çerçevedir, ne de onları içine alan basit bir zarftır. Bu demektir ki farklı mekân
tiplerinin meydana getirdiği ilişkisel ve sosyal bir dinamik vardır.
Eşyalar, üretim ve tüketimlerinde, tasarım ve
kullanımlarında toplumun normlarıyla yakından ilişkilidir ve bu anlamda, sosyal
kontrolün ve bütünleşmenin, bir başka deyişle kolektif kimliğin ayrılmaz
parçalarıdır.
Eşyaya ilişkin gözlemler, insan ihtiyaçları ve tüketim
olgularına ilişkin düşüncelerle iç içe bulunuyor. Bunların analizi, Batı
uygarlığının temelindeki doğaya egemen olma anlayışına gönderiyor.
Zamanı tıpkı mekân gibi, iki türlü kavramsallaştırmak
mümkündür; Kronolojik ve psikolojik zaman.
Belirli bir kültürdeki zaman anlayışı çeşitli bakımlardan
betimlenip değerlendirilebilir; zamanın kavranması, geçmişin anın ve geleceğin
anlamı, zamanın bölümlenmesi algılanması, öngörülmesi ve zamana egemen olma
boyutları, bu açıdan önem taşımaktadır.
Çeşitli kültürlerin zaman anlayışları, birbirinden zamanın
formu (doğrusal, vektöriyel, devirsel vb.) zamanın sürekliliği veya
süreksizliği, zaman birimleri zaman vokabüleri gibi hususlarda farklılaşmaktadır.
Modern zaman anlayışı, zamanı doğrusal vektöriyel bir tarzda
tanımlamaktadır.
Kitabın üçüncü kısmında yazar başlık olarak Belleğin Ötesi demiştir.
Ölümü evcilleştirerek ölüm felsefesi yapmıştır.
Ölüm kaygısı konusunda Heidegger’in sözüne yer vermiştir;
“Kaygı, insanın gerçekten kim olduğunun, yani ölüme doğru atılmış bir varlık
olduğunun bilincine varmasını sağlayan temel bir eğilimdir.”
Antropoloji ölüm olgusunda, her toplumun kendini tesis eden,
üyelerini bir arada tutan geçmişini ve geleceğini kucaklayan şeyi açığa vuran
önemli bir an görmüştür. (Faber, Vasas, 1993:5)
Tüm uygarlıklar öncekilerden esinlenerek veya onları
tartışarak evrenin kökenini ve amacını aramıştır. Hepsi de doğumun ve ölümün
sırlarını anlamak istemiştir, zihin veya gözlem yoluyla, bilim ve teknoloji
vasıtasıyla. Aynı sonuca ulaşmasalar da hepsi de, hem dünyadaki yaşama, hem de
ölüm sonrasına ilişkin bir vizyonun ifadesi olan mitleriyle, ritleriyle
inançlarıyla birlikte bir ölüm sistemi inşa etmişlerdir.(Gendron ve Carrier
1997, 12-13)
Ölümden duyulan dehşet, pek çok kültürde ölümün, arzulanan
post mortem hayatın başlangıcı, bir dünyadan ötekine geçiş olarak tahayyülüyle
aşılıyor. Eski Türklerde ve Orta Asya kültürlerinin pek çoğunda (Budizm,
Maniehizm, Taoculuk ve Tengricilik vb.) gözlenen ruh göçü (tenasüh) inancı,
ölümden sonra ruhların kuş gibi uçup geldiği yere, yani göğe gittiğine
inanılıyor. (Koçak 2012)
Kuşkusuz pratikte ölümü hatırlamanın veya düşünmenin pozitif
sonuçlarına işaret eden bazı çalışmalar da vardır. (Vail ve ark. 2012); örneğin
ölümlülüğün bilincinde olmak, fiziksel sağlığımızı olumlu yönde etkileyebiliyor
ve hedeflerimizi ve değerlerimize öncelik vermemize yol açabiliyor. Ancak bu
tür gözlemler, ölümden kaygı duyulmadığına işaret etmiyor.
İnsanların ölüm karşısındaki vaziyet alışları, Batı
dünyasında da tarih boyunca çeşitlilik göstermiştir.
Kültürel bilinç düzeyinde ölüm kaygısını bastırma etkisi
belki de en çok dinler aracılığıyla gerçekleşir. Neredeyse bütün dinlerde daima
ölüm sonrasına ilişkin bilgiler bulunur.
Kültürel dünya görüşlerinin sağladığı anlamlılık hissi ve
sunduğu sembolik ölümsüzlük yolları varoluşsal kaygıyı azaltıcı bir işlev
görür. Kültür, evrensel sorunlara bazı cevaplar sağlayarak, yani nereden
geldiğimiz ve bu dünyadaki amacımızın ne olduğu gibi problemlere tutarlı ve
bütünlüklü çözümler sunarak dünyanın düzenli, sabit ve anlamlı bir yer olduğu
duygusunu yaratır.
Ölüm hem bireysel, hem de kolektif düzeyde üzerinde en çok
“kafa yorulan” ve dolayısıyla zengin bir sembolizmin geliştirildiği olgulardan biridir…
Ölüm hakkında, düşünce tarihi boyunca ortaya atılan felsefi görüşler ve sağduyu
çerçevesinde üretilen zımni teoriler, türlü sanat ürünleri ve kitle iletişim
kanallarında dolaşarak yayılmakta ve bir sosyal temsil formunda varlığını
sürdürmektedir.
Düşünce tarihi boyunca teorik planda ölümü kavramlaştırma
çabalarının ürünü olan bazı felsefi görüşler temelinde, ölüm anlayışları
kategorize edilmeye çalışılmıştır. Bunlar, 1-Ölümü hiç kimsenin ne olduğunu
bilmediği ve asla bilemeyeceği anlamsız bir sözcük sayan anlayış. 2-Ölümü
yaşamın sonuna ilişkin hayati sezgi sayan anlayış. 3-Ölümü hayatın bir parçası
olarak gören anlayış. 4- Ölümü varoluşun sonu olarak gören anlayış.5-Ölümü
ruhun spritüel kaderinde bir etap sayan anlayış.
Ölüm kaygısında söylenebilecek temek konu, insanoğlu, tüm
canlılar arasında ölümün kaçınılmazlığının ve kendisinin de er geç öleceğinin
bilincine sahip belki de tek varlık olduğudur. Yazar bu bölümde Van Minh’in şu
sözünü paylaşıyor, “Ölüm fikrini kabul edemeyenler, ölü sayılmalıdır. “
Tarih boyunca destansı örneklerini gördüğümüz ölümsüzlük
arayışları, hiç kuşkusuz ölüm korkusunun ilginç bir sonucudur.
Çeşitli kültürlerde ölümle başa çıkmada, mitsel varlıkların
tahayyülü ve bunların kutsallaştırılması, insan zihninin işleyişiyle de ilişkilendirilebilir.
Nitekim Boyer’e (2001) göre insanın bir tanıdığının ölmesi gibi kritik bir
durumda çeşitli zihinsel şemalar harekete geçmektedir.
Teknolojik gelişmeler, ölüm karşısında harekete geçen
bilişsel mekanizmalarımızı değiştirebilir mi?Bu durum ihtimal dahilinde olsa da
insanın binlerce yıl boyunca ölümle başa çıkabilmek için yararlandığı
mekanizmaların kısa zamanda değişmesi mümkün görünmüyor.
Ölüm kaygısıyla başa çıkmanın mümkün bir yolu olan “ölümle
birliktelik”, birlikte yaşamak (conviviality), Aries’in terimleriyle “ölümü
evcilleştirmek”, ölümle araya mesafe koymamaya dayanır. “Felsefe yapmak, ölmeyi
öğrenmektir.” Diyen Montaigne (16. Yy) çoğu kez beklenmedik bir anda başımıza
gelişi nedeniyle, ölümü sürekli ileriye atmanın mümkün olmadığını belirterek
kendisine karşı hiçbir şey yapamayacağınız bir şeyden korkmak yerine onunla
birlikte olmaya çalışmayı öğütler.
Kitabın dördüncü bölümünde Bilgin, Sosyal Bilimlerin
Tarihinden bir kesit sunmuş.
Sanayileşmenin son hızla gelişmekte olduğu bu yıllarda
işbölümü, ticari ilişkiler, bürokrasi, bireycilik gibi olguların ortaya
çıkmasıyla sosyal bilimlerin gelişimi arasında bir ilişki kurmak mümkündür.
Bireylerle toplum arasında bir mesafe var. Sanki toplum
aslında onu eylemleriyle besleyen bireylerden kopuyor, onlar nazaran bir
özerklik kazanıyor; bu kendini kendi dışına atma veya kendi kendine aşkınlık
denilen durumdur.
20. yüzyılın başlarında sanayileşme sosyal ilişkileri ve
kırsal yaşamı değiştirmekte ve büyük kentsel merkezlerde, bireyciliği yansıtan
yeni yaşam tarzları belirmektedir.
Bu dönemin ilginç olaylarından Fransa’da tarihçi sosyolog
polemiğidir. Bu tartışmadan uzun yıllar boyunca tarihe damgasını vuracak ünlü
Annales Ekolüdür.
Bu sıralarda Almanya’da sosyoloji henüz yoktur, hukuk ve
iktisat kökenli akademisyenle, özerk bir sosyal bilim kurmaya çalışmaktadır.
Amerika’da ise William James fikirleri yararlı ve yararsız diye ayırdığı
Pragmatism adlı kitabıyla yankı yaratır.
Dünya savaşa sürüklenirken Dilbiliminde Saussure “ Dil,
sosyal fonksiyonları olan organize bir sistemdir.” Sözüyle devrim yapmış.
Diyakronik ve senkronik inceleme yöntemiyle çalışmıştır.
Psikolojide ise Freud Rüyaların Bilimi kitabını yayınlar.
20. yüzyılın ikinci on yılında savaşta 8 milyon insan ölmüş
ve 20 milyon sakat kalmıştır. Bu yılları Müzikte Rönesans Dönemi olarak
nitelemek mümkündür. Müzisyenler olarak Gustav Mahler, Arnold Schönberg,
Stravinsky, Ravel, Fairre, Debussy gibi isimleri sayabiliriz.
Dünyayla ilişkimizi yapılandıran özleri ortaya çıkarmayı
amaçlayan Fenomenoloji, bizzat şeylerin kendine dönmeyi gerektirir ve tüm
fenomenlere uygulanır.
Bütün parçaların toplamından fazladır, diyen Geştalt
Psikolojisi Wertheimer, Koffka, Köhler gibi Almanya’daki psikologlarca temsil
edilmekte ve yüzyılın başında psikolojiye hâkim olan psikofiziğe bir tepkidir.
Analitik algı-global algı tartışması biçimlerin hangi
algısal yüzeyde oluştuğu tartışması devam etmektedir. (Bu noktada Mustafa
Özcan, Holistik algının analitik algıdaki yaratıcı eksikliğinin tamamlayıcısı
rolünü üstlendiğini belirtmektedir.)
1930yıllara Amerika’da arabalar, gökdelenler, müzikal
komediler yıllarıdır. Borsa felaketiyle girilen yıllarda Almanya’da Hitler,
işbaşına gelmiş, üniversitelerden Yahudi entelektüeller sürülmüştür.
İkinci Dünya Savaşının ardından soykırım ve atom bombası
etkisinde uluslar arası örgütlerin kurulmasına çalışılmıştır. Yalta Zirvesi
sonrası dünya Batı ve Doğu Bloku olarak ikiye bölünmüştür.
Soğuk Savaş yıllarında Macar Devrimi (1956) bastırılamamış,
Berlin Duvarının inşası engellenememiştir.
Sinemada Hollywood, müzik alanında Rock and Roll ve Elvis Presley
parlamış, TV ve transistörlü radyolar yaygınlaşmıştır.
İki kutuplu dünyada 1962deki Küba Krizi sonrasında uzay
çalışmaları, bölgesel çatışmalar gibi konularda çekişme başlamıştır.
Bu dönemde sosyal bilimler alanında bir diğer gelişme
coğrafya ve tarih gibi disiplinlerde “model yaklaşımı” nın yükselmesidir.
Models in Geography’i yayınlayan İngiliz coğrafyacıları P. Hagget ve J.
Chorley, tam bir bilim haline getirmek istedikleri coğrafyayı betimsel ve
ampirik yaklaşımın ötesine taşıyarak hipotetiko-dedüktif bir yaklaşım
geliştirirler. Aynı yaklaşım ABD’de iktisat tarihi alanında D. North ve R.
Fogel (30 yıl kadar sonra 1993te Nobel Ekonomi Ödülünü paylaşırlar.) tarafından
izlenir.
1974te Avrupa’da haftalık çalışma saatlerinin kısalmasıyla
turizm, spor gibi boş zaman uğraşları gelişmiştir.
Annales Ekolü de üçüncü neslini “Altın Çağını” yaşarken
tarihi, maddi uygarlığın (Beslenme, giyim, aletler, teknikler ve
yenilikler) ve kolektif temsillerin
incelenmesini konu almalıdır, şartını ortaya koymuştur.
Bu süetçe hizmet sektörü giderek büyümüş, mavi yakalılardan
beyaz yakalılara geçiş süreci başlamıştır.
1980yıllar iletişim çağının, üçüncü endüstriyel devrimin
habercisi olmuştur. Bu döneme ait “düzensizlik, kaos, belirsizlik”
kavramlarından bahsedilebilir.1970li yılların sonlarında başlayan iletişim
çağı, toplumun informatikleşmesi anlamını taşımaktadır.
Yirminci yüzyılın son on yılınaysa iki kutuplu dünya
Perestoika ve Glastnost’un ardından Berlin Duvarıyla yıkılmıştır.
Sosyal bilimlerin krizi sayılabilecek bu dönemin ardından
1990lı yıllarda, yeni paradigmalar belirmiştir, bir yandan inşacılık ve etkileşimcilik
yükselirken, psikolojide kognitif yaklaşım hakim olmuş, hümanist felsefenin
yenilenmesiyle özne, anlam ve moral kavramları ön plana çıkmıştır.