.

.
.

8 Nisan 2018 Pazar

Bilgi Teorisi ve Mantık - Prof. Ernst von Aster (Yavuz Özler, 8 Nisan 2018)



Prof. Ernst von Aster’in 1972 de dilimize Macit Gökberk tarafından çevrilen Bilgi Teorisi ve Mantık isimli kitabından, ALGI başlıklı bölümünün özeti.

OBJELERE YÖNELMİŞ RUHSAL ETKİNLİK OLARAK BİLMEK VE DÜŞÜNMEK, ALGI.

Ruhsal olay olarak, içe yolculuk, algı veya düşünmedir. Algı dar ve geniş anlamında kullanılabilir. Dar anlamında kullanım duyusal algıdır. Renkleri ve şekilleri görmek, sesleri işitmek, koklamak gibi bedenimizin bazı organlarımızın işlevselliğine bağlıdır. Her bilme bir objeyi bilmedir. Her bilmede, her bilinçte, bilinen objeden başka bir de süje vardır. Her bilinçte bana bir obje verilir, her bilinçte bir ben, bir de obje vardır. Obje bana şekil, ses ve cisim olarak açık ve seçik halde verilmiştir.

Obje benden başkadır. Kendimi hiç bir zaman objeyi kavradığım gibi bilemem. ‘’Ben’’ in kendisini kavramaya girişince, ‘’ben’’ in yerine objeyi kavrarım. Bu arada süjenin kendisi aradan çekiliverir.

Bu objeyi gören ilgili organın gerilişi, bakış doğrultusunu,   değişimini bir şekilde duyarım. Böyle bir anda gören süje, yaşanıyormuş gibidir, birer objedir. Başka bir deyişle, sağ elimle sol elime dokunuyorum, sol elim obje, sağ elim algılayan süje olarak görünür.

Her algının bir sübjektif, bir de objektif yönü vardır. Bu iki yön renk, ses ve temas durumlarında birbirlerine yaklaşır veya uzaklaşırlar. Bu durum acı ve haz duygularında daha belirgindir.

Renk, bir cismin ya da yüzeyin rengidir, duyulan acı benim acımdır, benimle ilgilidir. Ama acının kendisi karşısında da objektif olarak davranabilir, şiddetli değilse, bu acıyı gözleyebilirim. Burada, nitelik ve yeri belirsiz de olsa, gözleyen bir «ben» var. Renk ne etkin ne de edilgendir, bana sadece verilmiştir.

Haz ve acıda doğrudan doğruya bir alıkoyma, bir savunma, bir zevk alış ya da bir katlanma gizlidir. Duyusal algılar bedenin dış ve içindeki - duyu organları ve sinir sistemindeki olaylara bağlıdırlar Bir ışığı görebilmek için meydana gelen uyarının beyne iletilmesi gerekir.

Ağtabakada, görme sinirlerinde bir bozukluk varsa insan kör olur; bunlardaki belirli bozulmalar da insanı kısmen ya da büsbütün renk körü yaparlar. Ses ve renklerin algılanması karşımızdaki mekanda oluşur ve dışarı yansıtılır. Beyinde  renkli görüntüler, sesler tabi ki yoktur onlar kişinin bilincindedir. 

Objeler canlı varlıklarla belirli bir ilişki kurmaları halinde algılanırlar. Bir olguyu açıklamak, onu başka olgulara indirmektir. Burada açıklanamayan, indirgenemeyen olgular da vardır. Örnek olarak bir şeyin var olması, özellikle bilincin  oluşu da bu çeşitten bir olgudur. 

Bilincin bedendeki canlılığa bağlı olup olmaması, bedenin  bilince bağlılığını bilemiyoruz. Etkileşimde yer alan bir maddenin varlığını günün birinde hepimiz test edeceğiz ancak geride kalanlara aktaramayız çünkü bu deneme, olayı yaşayan bedenlerin ortadan kalkması, ölümü halinde yapılabilir. Olayın bilinç üzerindeki etkisi ancak gözlem yapılarak elde edilebilir.

Her algıda iki anlam vardır. Bunlar algı sırasındaki ‘’bedenimin durumu‘’ ve ‘’objenin bana olan görünümü‘’dür. Sokaktaki gürültü, masanın sertliği, bakış açım, bulunduğum  mekanın açık veya kapalı olması gibi. Burada «görünüş» dediğimiz şey, gerçekte, algılarımıza doğrudan doğruya verilmiş olan objedir. Bu görünüş veya fenomenal objenin gözümüzde değil, bedenimizi çevreleyen mekanın kendisi de bir fenomenal objedir. Ancak, dışımızdaki cismi (masayı, ağacı) anlık görünüşünden daha çok biliriz. Bu yönde davranışlarımızı real objeye verdiğimiz ölçü ve sürede önem veririz.

Salt görünüş, fenomenin kendisi beni ilgilendirmez, resim yapan kişinin, algılanan obje karşısındaki durumuna göre fenomenal obje ortaya çıkar ve kaybolur. Real obje, algılanan cisim ise bana sürüp giden, özdeş kalandır, ben kendisini algılamasam da o yine ‘’vardır’’. 

Anlık görünüş benim algı dünyama aittir; benim bu algı dünyama, bu cismin, başka insanların algı dünyalarındaki görünüşleri tekabül eder; oysa cisim, real obje, içinde benim ve başka insanların yaşadığı ve eylemde bulunduğu ortak dünyamıza aittir. Her real objenin birçok görünüşleri vardır; bu görünüşler kendi yaşadığı ve eylemde bulunduğu ortak dünyamıza aittir.  

Belirli alanlarda az ya da çok bilgim olduğunu söylerim. Bir şeyi bilmekle, bilgiyi bilince çıkarmak ayrıdır. Bildiklerimin küçük bir bölümü, bilincimin aktüel kısmını meydana getirir. Şu anda duyduğum öfke ile çabuk öfkelenme özelliği taşımak ayrıdır.

Bu ilişki, bir cismin özelliği olan sertlik ile dokunan parmağın karşılaştığı sertlik, real obje ile fenomenal obje arasındaki  ilişkiye benzeyen bir ilgi vardır. Algılanan objenin yerine algılanan süje geçmiştir. Descartes'ten günümüze, kendini bilmenin şüphe edilmez kesinliğine karşı dışımızdaki objeler dünyasının bilgisinden şüphe edilebileceği öne sürülmüştür.

Duyduğum ağrı, gördüğüm renk, bana verilmiş olgulardır, bunlardan şüphe edemem. Ancak bu noktalar, daha sonraki deneyimlerimde doğrulanması gereken, yanlış olabilecek iddialardır. Çıkarmamız gereken, verilmiş olguların kesin dünyasının, yanılabileceğimiz bir dünyadan ayırmak gerektiği anlayışıdır.

‘’İç‘’ ve ‘’dış’’ algı alanını eşit saymak doğru değildir. Fenomenal dünya şüphe götürmeyecek bir biçimde gerçektir. Oysa bu fenomenal objeleri kendilerine indirgediğimiz real  objeler (cisimler ve nitelikleri vb.) için bütün dediklerimiz şüphe götürür ve kanıtlanmaları gerekir. Bilinçlenmeyen yönlerimiz de şüphe alanına girerler.

Burada bilgi teorisinin eski bir sorunu olan, ‘’dış dünyanın gerçekliği’’ sorunudur. Gerçek bir dış dünyanın var olduğunu nereden biliyoruz?  Dış dünya, bedenimizin dışındaki dünya mıdır, değildir. Gerek bedenimiz dışındaki objeler gerekse kendimiz hakkındaki bildiklerimiz algılar aracılığı iledir.

Araştırılan dış dünya, bilincimizin dışındaki dünyadır. Objelerin görünüşlerinin davranışlarımızla değiştiği, ortaya çıkıp, kaybolduklarını belirttiğimizden beni, bedenim de içinde olarak çevreleyen bu cisimler dünyasının, kendisini algılamayınca devam edip etmeyeceğini bilemem.

Algı dünyasının bir rüya olmadığı, real bir dış dünyanın varlığını kanıtlama denemeleri, felsefe tarihi boyunca sürüp gitmiştir. Bu kanıtlamalarda, çoğu kez nedensellik kanununa, yani her var olanın bir nedeni olması gerekir önermesine dayanılır. O halde algıların, bildirdiği görünüşlerin de bir nedeni olması gerekir. Nasıl belirli bir takım imgelerin, yani salt hayal gücü objelerinin kökeni bizdeyse, bunları biz oluşturuyorsak, bunun gibi, rüya imgelerinin de nedeni bizde olabilir. Oysa algı objelerinden kalkarak bilincin dışındaki bir dünyaya ilişkin bir sonuç çıkarma deneyle denetlenemez; çünkü biz ancak fenomenal objeler alanını doğrudan doğruya denetleyebiliriz.

Bu Real ‘’ben‘’in cisimsel olmayan bir ruh mu, yoksa bedenimizle, daha doğrusu bu bedenin bir kısmıyla, beyin ve sinir sistemiyle özdeşleştirilebilecek bir şey mi olduğu sorusu, büyük problemdir.

Gerçekten de, var olanların bir nedeni olması gerektiği, dumanı görür ve bundan, Dumanın çıktığı yerde bir ateşin yandığı sonucunu çıkarır, etkiden nedene ulaşır, oysa algı objelerinden hareket ile bilinç dışındaki bir dünyaya ait bir sonuç çıkarma, deneyle denetlenemez. 

Berkeley'e göre, doğa bilimi, bilinç dışındaki real dünyayı araştırmak değil Fenomenlerin davranış ve eylemlerle birbiri ardına oluşan genişlemenin kanunlarını bulmaktır. Bu dünyaya fenomenlerin nedeni de diyebiliriz. Belirli hareketler yaptığımızda, bu obje bilincimizde belirli görünüşler olarak belirir. Bize belirttiği fenomenleri hesaba katmazsak masanın sertliği, uzunluğu nedir? Bu soruların yanıtı ve yanıtlama yolu olmamasına rağmen biz real sertliği, real uzunluğu, tüm olarak maddi objeyi bunlara ilişkin olan, değişen ve hareketlerimize bağlı olan fenomenlerden ayırmakta devam ederiz.

Bilincimizin dışındaki real bir dünyanın varlığını kanıtlayamayız, dolaysız olan gerçek deney, real objeleri değil, yalnız fenomenal objeleri kapsar. Bununla birlikte, real dış dünyaya ilişkin her iddia, aynı zamanda kendi davranışlarımız sonucunda meydana gelen belirli fenomenlere ilişkin bir iddia da olmak zorundadır. Bilindiği gibi, fiziğin akustik (ses) teorisi, real dünyada seslerin temelinde dalga biçiminde hava titreşimlerinin, havanın yoğunlaşma ve seyrekleşmesinin bulunduğunu ileri sürer. Şimdi bir an için, fizikçinin bu iddia ile ne demek isteğini bir düşünelim. İşitilen bir ses sadece işitilen bir sestir. Ama nasıl oluyor da bu real sese ilişkin yapılan deneyler sesin dalgalar halinde olduğunu gösterir. 

Deney bize ses ve dalga fenomenleri ile bunlardan biri olunca ötekinin de mutlaka olduğunu ve başka bir ortama geçince aynı kanuna bağlı olarak kırıldıklarını gösterir.
Real  dünya  bir ve bağlantılı olan bir dünyadır. Ancak bütün  fenomenler bu kanunlu bağlantıya sokulamazlar. Rüya fenomenler, uyanınca kesildikleri için sadece subjektif  fenomendirler. Suya sokulan bir çubuk, kırılmış gibi görüldüğü için bir algı, bir algının fenomenal objesi yanlış olabilir. 

Bununla birlikte, algının ya da fenomenal objesinin kendisi yanlış değildir, sadece çubuğun, real çubuğun kırılmış olduğunu söyleyen benim yargım yanlıştır. Algılar, görünüşler yanlış olmayıp oldukları gibidir. Bunların bana göründükleri gibi olduklarını, beni sadece yanıltabildiklerini söyleyebilirim, bunlar beni real objeler hakkında yanlış yargılara ya da aynı objenin başka görünüşleri üzerinde yanlış sanılara götürebilir.

Yavuz Özler (8 Nisan 2018)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder